1 Nisan 2016 Cuma

                                                   BAKIR VE BAKIRCILIK

Bakır, bakırcılık mesleği yok olmak üzere olan bir el sanatıdır. Yok olmaya yüz tutmasının nedeni gelişen teknoloji ile sanayi ürünlerinin günlük hayatta daha fazla yer almaya başlaması diyebiliriz. Gelişen sanayii ürünlerinin artması gündelik hayatta daha fazla etkili olmalarına neden olmaktadır. Bu nedenle birçok işlem artık otomasyona dâhil olmuştur. Otomasyonla birlikte el sanatlarından bakır işleme ile ilgili olan bakırcılık gibi mesleklere olan gereksinim giderek azalmaktadır.
Bakırcılık bakırdan eşya yapma sanatıdır. Ev eşyası olarak üreticilik azalmış olup süs eşyası şeklinde yapılmaktadır. Kazan, testi, leğen, tas, tencere, tava, sahan, bakraç, mangal, ibrik, tepsi, saksılık ürünleri dövme ve sıvama tekniği ile yapılmaktadır. Sıvamacılık, sıvama makinelerinde yapılır. Kaplara şekil ve motif işlenmesinde kabartma yöntemi uygulanır. Bu işlemde keski kalemi ve darbe kalemi kullanılmaktadır. (Erşahin, 48)Anadolu’da geleneksel el sanatları bakır işlemeciliği birçok yörede hala sürmektedir.

Bakırcı olmak isteyen kimselerin,
 Bedence sağlam, özellikle el ve parmakları özürlü olmayan,
 Ellerini ustalıkla kullanabilen,
 Şekilleri zihinde canlandırabilen,
 Nesnelerle çalışmaktan hoşlanan,
 Dikkatli ve sabırlı kimseler olmaları gerekir.
Bu meslek, daha çok bağımsız çalışmaktan hoşlanan kimselere uygundur.

Mesleğin Çalışma Alanları
Bakırcı çalışmalarını genellikle küçük bir atölyede yürütür. Çalışma ortamı sıcak, kirli ve gürültülüdür. Kurşun metali buharına karşı dikkatli olunması gerekir. Kurşun zehirlenmesi olabilir. Çalışma süresi haftanın altı günü ve tam gündür. Bakırcı birinci derecede malzeme (bakır levha) ile ilgilidir. Çalışmalar boyunca işverenlerle, diğer çalışanlarla ve müşterilerle iletişim kurması gerekebilir.

Bakırcılık İş Olanakları
Bakırcılık mesleğinin eski önemi kalmadığı gibi giderek yok olan meslekler grubuna dahil olmaktadır. Bunun nedeni, üretilen malların kullanım alanlarının giderek daralması ve yerine başka maddelerin geçmesidir. Önceki devirlerde mutfakların vazgeçilmez kap kacakları olan bakırın yerini, krom, çelik, porselen, alüminyum, plastik ve cam eşya almaktadır. Bakır ve kalayın pahalı olması da bir başka olumsuz unsurdur Günümüzde bakırcılık mesleği belli başlı merkezlerde yürütülmektedir. Yapılan iş ve üretilen mamullerin çoğu turistik eşya niteliğindedir. Meslek bu yönüyle varlığını sürdürmektedir.

Bir zamanlar bakırcılığı ile meşhur olan Gaziantep’te bu mesleği yeniden canlandırmak için harekete geçen bakırcı ustaları hazırlanan projeler ve tanıtım faaliyetleri ile geleceğin ustalarını yetiştirmeye başladı.

Kadın ve erkeklerden oluşan kursiyerler sabahtan akşama kadar çekiç sallayarak mesleği öğrenmeye çalışırken, Gaziantep Bakırcılar ve Sedefçiler Odası tarafından İŞKUR iş birliğiyle açılan kurslarda, geleceğin elemanları yetiştiriliyor. İŞKUR iş birliği bünyesinde açılan bakırcılık kurslarına katılan 50 bayana sanatın inceliğini öğrettiklerini dile getiren Gaziantep Bakırcılar ve Sedefçiler Odası Başkanı Celal Açık, unutulmaya yüz tutan bakırcılığı yeniden canlandırdıklarını belirterek, kendi iş atölyelerinde geleceğin ustalarını yetiştirdiklerini söyledi. Gaziantep'te unutulmaya yüz tutmuş olan bakırcılık sanatının yeniden hayat bulduğunu söyleyen Açık, yeni girişimler ile bakır işlemeciliğini gün yüzüne çıkardıklarını ve Gaziantep’in yeniden bakırcılık mesleği ile öne çıkan bir şehir olacağını belirtti. Gaziantep denildiği zaman akla ilkin işleme noktasında bakır işlemeciliği geldiğini söyleyen Açık, “Bakırcılık bir ara bayağı gündemden düşmüştü. Fakat daha sonra yapılan çalışma ve projelerle tekrar canlandı. Bu anlamda bizim İŞ-KUR projeleri kapsamında 2009’dan bu yana İŞKUR ile işbirliği içerisindeyiz. Burada hem erkek hem de bayan eleman yetiştiriyoruz.” dedi. Açık, konuşmasının devamında şöyle konuştu: “Tabi bu anlamda bakırcılığın unutulmaması için diğer kurumlar ile el ele verdik. Bu tür değerlerimiz bir ekip çalışmasıdır. Eğer ekip olarak değerlerimize sahip çıkarsak bu tür mesleklerimiz unutulmamakla beraber daha da canlanacaktır. Şimdi dünya bakırcılığı konuşuyor. Gaziantep şu an bakırcılık ile öne çıkıyor.”

“İstedik ki bu mesleği bayanlara da öğretelim”
Bakırcılığın insanlık tarihi kadar eski bir meslek dalı olduğuna dikkat çeken Açık, “Bizim mesleğimizde bayan bakırcı yoktu. 2009’dan sonra istedik ki, bu mesleği bayanlara da öğretelim. Çünkü bakırcılık 5-6 farklı çalışma ile meydana geldiği için bayanları nakış bölümünde yetiştiriyoruz. Bayanların bu sektöre girmesi hem bayanlar için hem de tarihi mesleklerimiz için faydalı oluyor.” şeklinde konuştu. İŞKUR ile yapılan iş birliği sonucunda şehir merkezinde bakırcılık eğitimi veren bir kurs açtıklarını belirten Açık, Gaziantepli bakır ustalarının yetişmesiyle Gaziantep’te bakırcılık mesleğinin yeniden canlanacağını vurguladı. Açık, “Bakırcılığın tekrar yeniden hayata geçirilmesi ile gerek Gaziantep’te, gerekse bölge halkının ekonomisine büyük katkı sağlaması ve bu sanatın gelecek nesillere aktarılmasını da hedefliyoruz. Yok olmaya başlayan mesleğimizi yeniden canlandırmak için harekete geçtik. Sanat eseri ürünlerimizi turistik amaçlı değerlendirmeye başladık ve bunun için de tanıtım çalışmalarına ağırlık verdik.” diye konuştu. Bayan kursiyerlerinin hem meslek öğrendiğini hem de ev ekonomisine katkı sağladıklarını belirten Açık, “Şu an 65 tane kursiyerimizin 50’si bayan. Bu şekilde farklı proje ve meslek dalları ile bakırcılığı canlandırıyoruz. Bu anlamda inşallah unutulmaya yüz tutan bakırcılık mesleğini tekrardan canlandıracağız.” şeklinde konuştu.

“5 aylık bir kurs veriyoruz”
Bakır işlemeciliğinin yeniden değer bulmasıyla birçok kişinin bu mesleğe yöneldiğini belirten Açık, “Ben 39 yıldır bu işin içerisindeyim. Üstelik bu meslek baba mesleğim. Biz burada elemanlarımıza 5 aylık bir kurs veriyoruz. 5 ay sonra eli yatkın olan elemanları işlere yerleştiriyoruz. 2-3 yıl içerisinde bu elemanlarımızın eli bu mesleğe tam yatıyor. Bir eleman devamlı bir şekilde çalıştığı sürece bu mesleği öğrenir.” ifadelerini kullandı. Bakırcılık kursunda hem meslek öğrendiklerini, hem de ev ekonomisine katkı sağladıklarını belirten kursiyerlerden Ebru Sayla Değirmencioğlu, “Bu bakır işlemeciliğini öğrenmek çok zevkli bir meslektir. Herkese tavsiye ederim. Burada hem meslek öğreniyoruz. Hem de ev bütçemize katkı sağlıyoruz.” dedi.


HAZIRLAYANLAR: Züleyha TEMEL, Nazlı ÖZER, Mervan SAK, Perman NURAKOV, Eray İSPİR, Uğur ÇAVUŞ





SEDEFKÂRLIK (SEDEFÇİLİK)         

HAZIRLAYANLAR: SELMAN CAN

                    BARIŞ KARAGÖZ               

Sedefçilik 

Sedefkârlar, ince marangozluk işleri yapan kişilerdi. Bunlar sedef, fildişi, kemik ve benzeri maddeleri ustaca kullanarak çeşitli eşyalar yaparlardı. Sedefçiler ise yalnızca sedefi işleyen kişilerdi. Yani sedefçiler zanaatçı, sedefkârlar ise sanatçı idi. Osmanlı Devletinde mimarlar ilk önce sedefkârlık eğitimi görür, sonra mimar olurlardı. Mimar Sinan ile mimar Mehmet Ağa da bu öğrenimi alıp mimar olan ünlü kişilerdi. Evliya Çelebi, 4. Murat döneminde sedefkârların 100 dükkân 500 kişi, pirlerinin ise Şuayb-Hindi olduğunu yazar. Sedef, renklerinin albenisi, işlenebilme özelliği ve gökkuşağının tüm renklerini yansıtmasıyla ilgi çekmiş, Sümerlerden beri çeşitli amaçlarla kullanılmıştır. Sedefçilik doruk noktasına Osmanlı döneminde ulaşmış, en özgün örnekleri bu dönemde verilmiştir. Edirne`deki 2. Beyazıt Cami kapı kanatları, bir rivayete göre Fatih Sultan Mehmet`in som sedeften yapılan tabutu, 3. Murat`ın Ayasofya`daki türbesinin kapı kanatları, Sultan Ahmet Camii`nin pencere ve cümle kapılarının kanatları, Balıkesir`deki Zağanospaşa Camii`nin kapı kanatları, mimari yapılarda kullanılan sedef işçiliğinin en görkemli örneklerini oluşturmaktadır. 

Sedefkârlık Tarihi

Asırlardan beri bilinen sedef, zamanın tekniği ve milletlerin sanat anlayışına göre şekil almıştır. XV.yydan sonra Türk-İslam sanatının tamamen emrine giren sedef,geometrik desenlerin bitmek tükenmek bilmeyen dizilişleriyle gelişimini sürdürmüştür.Daha sonraları kıvrılma,dallanma,ana veya yardımcı bağlarla bağlanma,biribirini kesme ve düğümlenme gibi yollarla,çeşitli kompozisyon imkanı veren rumiler,geometrik desenlerle birlikte kullanılmaya başlanmış ve doğadan stilize edilerek alınan çiçek motifleri (Lale,karanfil,gül) kullanılmaya başlanmıştır. 17.yy sedef işçiliğinin doruk noktası olup daha sonraki asır ve yıllarda barok sanatına duyulan hevese birde ekonomik yapının bozulması eklenince bu sanattan uzaklaşılmış,ucuz,sanat değeri olmayan eserler üretilmeye başlamıştır.Ancak Abdulhamit devrinde,yabacı kral ve diplomatlara sedef hediyeler verebilmek için saray sedefkarlığı korunmuştur.Son asrın sedefkarı Vasıf Hoca (Kendisi İstanbul Topkapı Sarayındaki Kutsal Emanetler Dairesi kapısını sedef bağa ile yapmıştır.)Özel atölyesinde çalışmasını sürdürürken bir yandan da bu sanatı yaşatabilme çarelerini devrin güzel sanatlar akademisi olan Nefise-i Sanayide sedefçilik dersleri vermiştir.1940 yılında ölümü ile bu sanat dalının genç nesillere aktarılması mümkün olmamıştır.
Gaziantep te sedef kakmacılık 1963 yılında başlamıştır.Gaziantep te ilk sedef atölyesini açan kişi Arif Demir isimli ustadır ve hala hayattadır.İlk zamanlar eski piştol tabancaların tamiri ile başlanmış ve daha sonraları tamir edilen tabancaların aynısı yapılmıştır.Zamanla tabancaların üzerlerinde bulunan sedefin aynısı hatta dahada iyileri üretilmiştir.Daha sonraları sedef çeşitli dekorasyon ve aksesuar ürünlerde de kullanılmıştır.Bu gün binbir çeşit ürünlerde kullanılmaya devam etmektedir.

Sedefkârlar, ince marangozluk işleri yapan kişilerdi. Bunlar sedef, fildişi, kemik ve benzeri maddeleri ustaca kullanarak çeşitli eşyalar yaparlardı. Sedefçiler ise yalnızca sedefi işleyen kişilerdi. Yani sedefçiler zanaatçı, sedefkârlar ise sanatçı idi. Osmanlı Devletinde mimarlar ilk önce sedefkârlık eğitimi görür, sonra mimar olurlardı. Mimar Sinan ile mimar Mehmet Ağa da bu öğrenimi alıp mimar olan ünlü kişilerdi. Evliya Çelebi, 4. Murat döneminde sedefkârların 100 dükkân 500 kişi, pirlerinin ise Şuayb-Hindi olduğunu yazar. Sedef, renklerinin albenisi, işlenebilme özelliği ve gökkuşağının tüm renklerini yansıtmasıyla ilgi çekmiş, Sümerlerden beri çeşitli amaçlarla kullanılmıştır. Sedefçilik doruk noktasına Osmanlı döneminde ulaşmış, en özgün örnekleri bu dönemde verilmiştir. Edirne’deki 2. Beyazıt Cami kapı kanatları, bir rivayete göre Fatih Sultan Mehmet’in som sedeften yapılan tabutu, 3. Murat’ın Ayasofya’daki türbesinin kapı kanatları, Sultan Ahmet Camii’nin pencere ve cümle kapılarının kanatları, Balıkesir’deki Zağanospaşa Camii’nin kapı kanatları, mimari yapılarda kullanılan sedef işçiliğinin en görkemli örneklerini oluşturmaktadır.

Sedefçilik Tarihsel Sıralaması ve Gelişimi

Tarihsel sıralamayla takip ettiğimizde ve yazılı kaynaklara baktığımızda,15.y.y’ da Topkapı Sarayı Müzesi’nde birçok sedefli eşya görmekteyiz. Müzenin 1505 tarihli hazine defterinde  sedefli eşyaların varlığı bildirilmektedir. Hatta Raht Hazinesine ait defterlerde sedefli eğer takımlarının kayıtlarına rastlamaktayız,fakat bu takımların üzülerek günümüze ulaşamadığını söylemeliyiz. 16.Y.Y ; Yavuz Sultan Selim’in türbe kapısı, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Cami kapı ve pencere kanatları, Süleymaniye Cami kapı ve pencere kanatları,3. Murat’ın yatak odası kapı kanatları. Bu dönemde sarayda sedefkârların bir atölyesinin bulunduğunu ve sedefkârların burada geometri dersi okudukları da kaynaklarda yer almaktadır. Bu yüzyılda saray atölyesinden Mehmet Usta, Dalgıç Ahmet ve Mimar Mehmet Ağa yetişmiştir.
17.y.y; sedef sanatında değişik bir tarz ortaya çıkmıştır, geometrik şekiller yerini bitkisel motiflere bırakmış. Bu dönem eserleri, Sultan Ahmet Cami Revan ve Bağdat köşkleri, Valide Sultan Dairesi, Yeni Valide Cami, en güzel örneklerdir,1. Ahmet’in tahtı,4. Mehmet’e ait saltanat kayığı, güzel örneklerdendir.
19.y.y ve 20.y.y; Avrupa barok ve rokoko tarzı mimariyi etkilemiş ahşap daha az kullanılmaya başlanmış, sedef işlemeli eserler azalmıştır. Bu dönem eserleri 2. Mahmut tuğralı çekmece, 2. Abdülhamit’e gönderilen hediyelerdir.20.y.y’ın ilk yarısına kadar devam eden sedef sanatı, bu dönemin en ünlü ismi Vasıf Ustanın 1940 da ölümüyle son bulmuş, Küçükyalılı İsmail usta ve Nerses Ustanın ölümüyle de bu dönemin son sedefkârları tarih sayfalarındaki yerini almıştır.
Vasıf Usta; Cumhuriyet Döneminin ilk yıllarında yüzen bir sergi haline getirilen Karadeniz gemisi ile çıktığı Avrupa gezisi sırasında, bu vapurun bir kamarası, Atatürk tarafından kendisine, atölye olarak tahsis edilmiş ve bu yolculuk sırasında yaptığı çalışmalarda, çekmeceler, levhalar, çeşitli müzik aletleri yapmıştır. Vapurun geziye çıkmadan önce Atatürk tarafından da ziyaret edilmesi Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında sedef sanatı için önemlidir ve ilginçtir. Yaşamının son yıllarında Güzel Sanatlar Akademisinde görev yapmış, o dönemde yaptığı sedefli kapı yüzyılın son sedefçilik örneği olarak Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesine konmuştur.
Günümüzde ise özel tercih ve çabalarla bazı sanatçılar tarafından sayılı çalışmalar devam etmekde, Salih Balakbabalar ve Zeki Kuşçuoğlu gibi hocalarımız tarafından akademik olarak da yaşatılmakta ve gelecek nesillere taşınmasında çaba ve gayretlerin son bulmadığını ispatı olmaktadır.

Sedefcikil Teknikleri ve Kullanılan Malzemeler

Sedef Sanatı malzeme ve teknik açıdan ele alındığında ilk olarak sedefi incelemek gerekir. Sedef, sıcak denizlerin akıntılı sularında tuz, kireç ve fosfordan oluşan kalker bir maddedir.
Sedef’in aslı, bilindiği gibi deniz yumuşakçalarının kabuklarıdır. Taşıdığı renge göre beyaz,arusek,çöp sedef gibi isimler alır. Çok çeşidi bulunmasına karşılık sedefçilikde yalnızca belirli özelliklere sahip olan sedefler kullanılmıştır. Sedefin bir sanat eserinde ya da süsleme olarak kullanılabilmesi için işlenebilir kalınlıkta olması, gökkuşağının renklerini yansıtması renklerin göz zevkine uyması gerekmektedir.
Sedef işçiliğinde sedefle beraber birçok malzemede kullanılırdı Bu malzemelerin başında ağaçlar gelirdi, kakma yönteminde oyulmaya elverişli ceviz, yapıştırma tekniğinde ise hava değişiminden pek fazla etkilenmeyen ıhlamur ağacı kullanılırdı. Maun,abanoz ,pelesenk yine tercihler arasındaydı. İnce çıta ve kaplamaların çeşitli renklerde boyanmasından oluşan filetolar, bağa, fildişi ve kemikler de sedef işçiliğinin diğer malzemelerini oluştururdu.
Sedefe şekil verirken kullanılan kıl testere, 1560 yılında saat zembereğinden eğe ile hazırlanan ince kıl testereler kullanılmasıyla ilk temellerini attı. Kıl testere bu sanatın en önemli aleti ve ustalık göstergesi oldu Sedefçilikte üç teknik kullanılırdı.
Gömme
Gömme tekniğinde önce sedeflenecek işin iskeleti hazırlanırdı. Bu iskelet için genellikle ceviz, abanoz ve meşe ağaçları seçilirdi. Kâğıt üzerine çizilen desen, ağaç üzerine aktarılması için tutkal yapıştırılır, koyu zemine çelik, açık zemine ise kurşun kalemle çizilirdi Sonra sedeflerin yerleri tespit edilir, bu yerler iki ya da üç m.m derinliğinde oyulurdu.
Oyulan yere göre kesilen sedef sıcak tutkalla yapıştırılırdı. En iyi yapıştırıcı madde, istiridye kabuklarını iyice döverek ince bir toz haline getirdikten sonra bir tülbentten geçirip bu tozu yumurta akıyla macun haline getirerek elde edilirdi. Usta sanatçılar bu tür yapıştırıcı kullanırdı. Yapıştırmadan sonra kaba tesviye, tüm gömme işlemi tamamlandıktan sonra ise ince tesviye yapılırdı.
Kaplama
Kaplama tekniğinde masif ağacın üzeri kaplanır sonra bu kaplama üzerine süsleme uygulanırdı. Sedefin konacağı yerler ise boşaltılırdı. Bu tarzın en zor yanı ham süsleme malzemesinin inceltilmesi ve kaplama kalınlığına indirilmesiydi. Çoğunlukla aynalar ve çekmeceler bu teknikle yapılırdı.
Macunlama
Macunlama tekniğinde işlenmeyecek kadar küçük sedefler belirli bir zemine yerleştirilir, aralarında ki boşluklar ağaç tozu ve tutkal karıştırılarak yapılmış macunla doldurulurdu. Bundan sonra, önce sedefler görülünceye dek takozlu zımparayla kaba ve ince tesviye, ardından da cilalama işlemi yapılırdı.
Sedef eşyalar yapıldıkları yöreye, yapım tekniğindeki kimi ayrıntıya ve motiflerine göre farklılıklar gösterir, Eser-i İstanbul, Şam işi, Viyana işi ve Kudüs işi olarak isimlendirilirdi.
Bunlardan ilk ikisi tamamen Osmanlı karakteri taşırlar; gömme veya kaplama tekniğiyle hazırlanan “İstanbul işi” eserlerde; fildişi, bağa ve kemik gibi yardımcı unsurlar kullanılır. Bağanın altına ‘altın varak” yapıştırılır. Sedef ve diğer malzemenin daha ziyade geometrik biçimlerde kullanıldığı bir işçilik şeklidir.
Objeleri birer gereç olarak görüp onlar üstünde deneyler yapmayı sevenler için duvar kağıtlarının cazibesi kaçınılmaz. Şamdan, askılık, pano ve çerçeveler, kağıt giymek için sizi bekliyor!
Şamdan
Yıldız şeklinde şamdanları yapmanın en basit yolu, mantolamada kullanılan straforlara uygulamak. Bir kağıda yıldız şeklini çizdikten sonra kağıdı straforların üzerine koyup maket bıçağıyla kesin. Alt kısım için de dikdörtgen straforlar hazırlayın. İki adet yıldız biçimli straforu birbirine yapıştırıp, daha önceden kaplanmış alt kısma sabitleyin. Üzerine yerleştireceğiniz mumlarla çok renkli şamdanlar elde edeceksiniz.
Günlük yaşamda kullandığınız duvar kağıtlarından, değişik formlarda eğlenceli karışımlar yaratarak, onları dekoratif objelere dönüşterebilirsiniz.
Panolar
Çeşitli duvar kağıtlarını belli bir kompozisyonda duvarda sergilemek, aaaifli ve hareketli bir tarz. Ebatlarına karar vereceğiniz strafor veya suntaları, istediğiniz renkteki duvar kağıtlarıyla kaplayıp belli bir düzen içinde asarak, capcanlı bir duvar yaratabilirsiniz. İşlemi straforla gerçekleştirdiğinizde sadece çift taraflı bantla duvara sabitlemek yeterli olacaktır. Suntayı duvara çiviyle asmanızı öneririz.
Askılık
Yuvarlak askılıklar elde etmek için straforları pergelle çizip maket bıçağıyla kesin. Daha sonra kağıtlarla kaplayıp gardırobun bir kapağına yapıştırın. Dairelerin tam ortalarına büyük boylardaki çiviler çakarak askılığınızı tamamlayın. Bu askı sistemini evinizin duvarlarında da uygulayabilirsiniz.
 Tablo
Bu çerçeveler için öncelikle üçgen aynalar kestirmeniz gerekiyor. Daha sonra aynayı strafora yapıştırıp her tarafından beş santim bıraktıktan sonra maket bıçağıyla kesebilirsiniz. Etrafına çeşitli renklerdeki kağıtları düzgünce kesip yapıştırdıktan sonra duvara çiviyle sabitleyin.
Çerçeve
Elinizde bulunan her türlü çerçeveyi duvar kağıdıyla kaplamanız mümkün. Önemli olan, çerçevenin yüzeyinin düz olması. Çerçevenin ebatlarına göre kestiğiniz kağıtları yüzeyine yapıştırarak rengarenk bir resim veya ayna çerçevesi elde edebilirsiniz.

Osmanlıda Sedefkarlık

Osmanlı döneminde birçok sedef ustası yetişmiştir. Bunlardan ilk akla gelen ünlü Türk Mimarı ve Sedefkâr Mehmet Ağa 1562 yılında Rumeli’den İstanbul’a getirilmiştir. 1568 yılında öğrenci olarak girdiği neccarlık ve sedefkârlık mesleğini 1588 yılına kadar sürdürmüştür. XIX. yy.da Osmanlı sedef işçiliği gerilerken, yüzyılın sonlarında II. Abdülhamit Yıldız Sarayı’nda bir sedefhane kurmuş ve burada kendisi de sedefli eşyalar yapmıştır. 1912 yılında Sedefkâr Vasıf, Beşiktaş’ta işlettiği sedef atölyesinde, bu güzel sanatı bir süre devam ettirmiştir. Onun öncülüğü ile 1936 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde sedefçilik bölümü açılmıştır. Daha sonra onun ölümüyle bu bölüm kapatılmıştır. Sedefkârî süsleme zaman zaman kayıklarda da kullanılmıştır. İstanbul Deniz Müzesi’nde örnekleri vardır. Bu tür bezemede çeşitli geometrik kompozisyonların yanı sıra, XVIII. yy.dan sonra lale, karanfil gibi çiçek motiflerine ve kıvrık dallara yaygın biçimde yer verilmiştir.

Sedefkarlıkda Kullanılan Malzemeler

Bağa, fildişi, kemik, çeşitli filetolar ve altın, gümüş gibi kıymetli madenler sedefkârlıkta kullanılan diğer malzemelerdir. Bunların hepsine birden bezeme veya süsleme malzemeleri diyoruz. Bağa; büyük kaplumbağaların sırtından çıkar, tırnaksı bir maddedir, ısıyla yumuşatılır ve istenilen forma girer. Açık ve koyu sarı, kahve, kızıl kahverengi, menevişli estetik bir malzemedir. Alt kısmına altın varak yapıştırılarak kullanılır. Fildişi, sert ve dokulu bir malzemedir. Fileto ise üst üste yapıştırılan ahşap ve ona uygun malzemelerin yanlamasına kesilmesiyle elde edilen bir süsleme unsurudur. Altın ve gümüş özellikle günümüzde takı çalışmalarında kullanılmaktadır. Ahşap olarak, bu süsleme malzemelerini iyi gösterecek koyu renkli abanoz, pelesenk, ceviz ve maun gibi ağaç türleri tercih edilir.

SEDEFKARİ

Sedef iş olarak da bilinir. Genellikle bir ahşap bir yüzey üstünde bir desen oluşturacak gibi açılmış yuvalara aynı biçimde kesilmiş sedef parçaların yapıştırmasıyla yapılan  bezeme, sedefkari, kapı kanadı, kepenk, kapak, kürsü, minber gibi yapı öğelerinde çekmece, rahle, kuran mahfazası, sehpa, masa, iskemle, dolap gibi mobilyalar da tabaka,ağızlık,nalın,ayna gibi silahların kabzalarında çeşitli çalgıların gövde ve sapların uygulanmıştır.Bazen sedef parçaların yuvanın içinde gümüş bir telle çevrildiği de olur.En çok  kullanılan ağaçlar ceviz,sandal,pelesenk,maun,şimşir vb.dir

Sedefkari İslam ülkelerin de çok uygulanmış bir sanattır. Uzakdoğu’da Çin’de Ming ve Qing hanedanları dönemin de Japonya’da da Edu(Tokyo) döneminde bu sanat çok tutulmuştur.Avrupa’da 15.yy.da görülmeye başlanılmıştır.Ama sedefkariyi çok üst düzeye ulaştıranlar Osmanlılar olmuştur.İstanbul’da saray atölyelerinden başka kapalı çarşı çevresinde de sedefçilerin bulunduğu ve bu iş kolunda yaklaşık 500  kişinin çalıştığı Evliya ÇELEBİ’nin seyahatnamesinde belirtilmiştir.      

Sedefçiliği Öğrenmek Ve Öğretmek İçin Sedefkari Ahmet (BIYIK) Beyle Yaptığımız Görüşme;

Soru 1:Sedefçiliğe ne zaman başladınız?
Ben sedefçiliğe babamın yanında çocukken çıraklıktan başladım.

Soru 2:Sedefçiliği yapmanızın sebepleri nelerdir?
Baba mesleğini devam ettirmek hem de aile geçimini sağlamak.

Soru 3:Sedefçilik ilk başlama zamanınızı anlatır mısınız?
Daha önce dediğim gibi ben sedefçiliğe çocuklukta babamın yanında çırak olarak başladım. İlk zamanlar çok zor ve sıkıcı görünen bu iş sonradan hoşuma gitmeye başladı ve otuz yedi yıldır bu mesleği yapıyorum.

Soru 4:Sedefçiliğin geleceği hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Sedefçilik bizim aile mesleğimiz. Tabi ki eskiden daha çok rağbet gördüğü için daha önemli bir meslekti. Ama ne yazık ki şuan umutlu olduğumuzu söyleyemem. Ama biz elimizden geldiği kadar nesilden nesile aktarmaya çalışacaz.

Soru 5:Toplumun sedefçilik hakkında ilgisi ve bilgisi size yeterli geliyor mu?
Maalesef. Toplumumuz bu konu da tek değil daha birçok eski kültüre sahip çıkmayı bir gereklilik olarak bile görmüyor. İlgi ve merak olmayınca bilgi sahibi de olmaya çalışmıyorlar.

Soru 6:Bir Gaziantep kültürü olarak sedefçilik yeterince tanınılıyor mu?
Gaziantep’e özgü bir meslek alanı olan sedefçilik ne yazık ki insanlar tarafından bilinmiyor hatta şunu söyleyebilirim ki sedefçiliğin patentinin Gaziantep’e ait olduğunu şehrin yüzde ellisi bilmiyordur.

Soru 7:Sedefçiliğin Gaziantep için artı durumları size göre nelerdir?
Sedefçiliğin Gaziantep için artı durumları ülkemizi Avrupa’ya tanıtıyor. Buraya gelen turistler çok ilgi gösteriyorlar bunları alıp ülkelerine götürüyorlar. Bu da yeni insanların gelip görmesi ve yeni turistlerin gelmesi anlamını taşıyor. Durum böyle olunca hem ekonomik hem de kültürel olarak şehrimizi bir marka haline getiriyor.

Soru 8:Devletin böyle eski kültürleri yaşatmak adına bir desteği veya politikası var mı?
Devletin maalesef daha bu konu da önemli diyebileceğimiz bir adımını biz göremedik. Sadece bazı yerler de atölyeler açtığını biliyoruz. Bu da bu mesleğin inceliklerini öğretmek ya da yaşatmak değil sadece günü kurtarmaktır bence.

Soru 9:Çıraklıktan öğrenilen sedefçilik ile devletin verdiği kurstan öğrenilen sedefçilik arasındaki fark nedir?
Fark çok fazla tabi ki şimdi bu işi severek yapan birinin ve meslek olarak yapan birinin aynı emeği vermesini aynı titizlikle yapmasını bekleyemezsiniz bunun yanında biz yaparken hakkını veriyor muyuz diye kendimizi sorgularken muhtemelen diğer adamlar bu kadar dikkat etmiyordur.

Soru 10:Sizden sonra bu mesleği devam ettirecek biri var mı?
Ben bu işe çırak olarak başladım ve bu doğrultu da kardeşim ve oğlumu eğitiyorum benden sonra onlar bu işi devam ettirecekler.


KAYNAK 1: http://www. kultursanat/sedefcilik-sedefkarlik/nedir.com

KAYNAK 2:AnaBritannica Genel Kültür Ansiklopedisi Cilt 27 Sayfa 273

KAYNAK 3:Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi Cilt 3 Sayfa 1381




31 Mart 2016 Perşembe

GAZİANTEP KALESİ TANITIMI

Gaziantep Kalesi yapımına dair belli rivayetler vardır. Örneğim  bir efsaneye göre kaleyi zengin bir kadın yaptırıyormuş. Bir gün sokağa çıkmış ve yolda kalabalık insan topluluğunun bir cenaze götürüşüne rastlamış. Yanındaki uşağına dönerek “bu nedir” diye sormuş. Uşak ise; “Efendim insanlar bir gün gelir ölürler, ölülerini de böyle tabut içinde taşıyarak mezarlığa götürür ve toprağa gömerler. Gördüğünüz tabutun içinde dün bizim gibi canlı olan bir insan cesedi var…” der. Bunun üzerine zengin kadın uşağıyla beraber geri döner ve kaleyi yapan ustaları yanına çağırarak; “ bırakın kale yarım kalsın, ben ölümü hiç düşünmezdim…” der. İşte bu efsaneye göre Gaziantep Kalesinin tarihi eski çağlara kadar uzanıp gidiyor. Ancak bu halk arasında anlatılan efsanede kesin bir tarih yoktur.

Bunun gibi birkaç daha rivayet olsa da Gaziantep Kalesinin ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı hususunda kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte tarihi günümüzden 6000 yıl geçmişe, kalkolitik döneme kadar giden bir höyük üzerinde kurulduğu, M.S 2 ve 3. yüzyıllarda ise kale ve çevresinde “Theban” isimli küçük bir kentin olduğu bilinmektedir. 


 M.S. 2. ve 4. yüzyıllarda Kalenin, ilk olarak Roma döneminde bir gözetleme kulesi olarak yapıldığı ve zaman içerisinde genişletildiği yapılan arkeolojik kazılar neticesinde anlaşılmıştır. Bugünkü biçimini ise “Kaleler Mimarı” olarak adlandırılan Bizans İmparatoru Justinyanus döneminde (M.S 527-565) yüzyılda almıştır. Yine bu dönemde kale önemli bir onarım geçirmiş olup birçok bakım ve onarım yapılmıştır. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Kale’nin 36 burcundan bahsetmektedir. Günümüzde ise bunların yalnızca 12 tanesini görebilmekteyiz. Geri kalan 24 burcun ise kalenin dış surları üzerinde bulunduğu ve günümüz kadar gelemediği sanılmaktadır. Kale çevresinde, eni, derinliği ise olan bir hendek bulunmakta ve kaleye geçiş ise köprü ile sağlanmaktaydı. Kale köprüsünü geçip, asıl kale kapısına ulaşmadan, sol tarafta ise halk tarafından İmam-ı Gazali Hazretlerinin Makamı olarak adlandırılan bir burç bulunmaktadır. Kale değişik yıllarda birçok tahribata uğramış Bizans ve Osmanlı Devleti dönemlerinde bakım çalışmaları yapılmıştır.
 1989 yılından bu yana Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Gaziantep İl Özel İdare Müdürlüğü tarafından tahsis edilen ödenekler ile aralıklı yapılan kazı ve restorasyon çalışmaları ile kalenin çevresi ve alanı temizlenip iyice bir restorasyon yapılmıştır. Bu çalışmaların teknik aşamaları ise Gaziantep Arkeoloji Müzesi tarafından yürütülmüştür. Geçmiş yıllarda Gaziantep Arkeoloji Müzesi tarafından yürütülen arkeolojik kazılar sonucunda, Osmanlı dönemine ait bir hamam ile 2000 yılında yapılan kazılarda ise, bir camii ortaya çıkartılmıştır. Hamamın banyo ve buhar odası bulunmaktadır. Hamam, gösterişli olmasada teknik açıdan yüksek özellikler gösterir. Cami ise Osmanlı mimarisi tarzında olup, dikdörtgen planlıdır. Bu kazılarda çeşitli mimari yapı kalıntıları, çok sayıda Erken İslam, Bizans ve Osmanlı dönemine ait seramik parçaları, metal parçaları, mermi çekirdekleri, çoğunluğu Bizans dönemine ait çok bilezik parçaları ile pişmiş toprak kandiller, Bizans ve Osmanlı dönemine ait sikkeler, çok sayıda demir gülle vs bulunmuştur.
Tüm bu yapılan çalışmalarda Gaziantep Kalesi Gazi şehrimize yakışır meziyette restorasyon yapılmış. Bakım ve Onarımı çok titizlikle uygulanmıştır. Kültürel bu denli açıdan önem taşıyan Gaziantep Kalesi tüm heybetiyle Gaziantep’imizin temel yapı taşlarından bir tanesidir.

(Gaziantep İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü)














HAZIRLAYANLAR: YUSUF ÖNDER

                                     TAHSİN YILDIRIM

                                     NEZİR HOLAT


GAZİANTEP HANLARI

Selçuklu ve Osmanlı sivil mimari yapıtlarında önemli yeri olan hanlar tasarımlarına uygun olarak ticari amaçlı kervanların, seyahat halinde yolcuların, geceyi rahat ve emniyet içerisinde geçirebilmeleri için inşa edilmiş aynı zamanda hem misafirhane, hem de pazar olan, harp zamanlarında da erzak ve mühimmat ambarı olarak hizmet veren önemli abidevi yapılardır. Hanların ticaret yolları üzerinde, araları ticaret kervanın bir günde alacağı mesafede inşa edilenlerine de Kervansaray denir. Dış görünüşleriyle bir kaleyi andıran hanların, içine girildiğinde bir ticaret kervanının her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilecek sosyal tesisle karşılaşılmaktadır. Burada değişik yöre insanları birbirleri ile sosyal temasları neticesinde kendi kültürlerini diğerlerine bilinçli veya tabii olarak aktarırlardı. Gaziantep ili günümüzde olduğu gibi eskiden de ekonomi ve ticaret şehri idi.
Günümüze kadar ulaşabilen hanlar ilimizin nasıl bir ticaret merkezi ve ticaret kafilelerinin uğradığı bir kent olduğunu göstermektedir. Hanlar iki kısımdır; Menzil adı verilen yapılar, ulaşım yolları üzerinde inşa edilenlerdir. Birde şehir hanları vardır. Şehir hanları tamamen ticari amaçla kullanılmaktadır. Hanın bir bölümünde genelde üst katta gelen misafirlerin (tüccarların) konaklamaları için odalar bulunur, diğer bölümünde ise ambarlar ve geniş avlular yer alırdı, genelde giriş katta olan ahırlar ise bu malları taşıyan katırcı kervanlarının hayvanları ile dolup taşardı. Gaziantep’te vaktiyle 31 Han vardı. Bunlardan bir kısmı yıkılarak yok olmuş, bir kısmı ise mimari yönden değişikliğe uğrayarak varlıklarını devam ettirmektedir. XIV. ve XV. yüzyıllarda yapılıp günümüzde eski fonksiyonlarını kısmen veya tamamen sürdüren, hanlar şunlardır. Şıra Hanı, Tuz Hanı, Paşa Hanı (Lala Mustafa Paşa Hanı) Mecidiye Hanı, Emir Ali Hanı, Anadolu Hanı, Kürkçü Hanı, Belediye Hanı, Elbeyli Hanı, Yeni Yüzükçü Hanı, Tütün Hanı, Hacı Ömer Hanı, Büdeyri Hanı, Millet Hanı ve Yeni Han’dır.

ANADOLU HANI
Hanın ne zaman yapıldığı kesin olarak bilinmemekle beraber 19. Yüzyılın başlarında inşa edildiği tahmin edilmektedir. Osmanlı han mimarisi içinde iki avlulu, iki katlı hanlar grubuna girmektedir. Yapı “yolcu hanı” olarak inşa edilmiş olup, zemin katındaki mekânlar depo ve ahır olarak, üst katlarda yer alan odalar ise yolcuların konaklaması amacıyla yapılmıştır. Doğu-batı istikametinde uzanan yapıda görülen plan tipi diğer hanlarda uygulanmamıştır. Hanın, çarpık plandaki birinci avlusu iki yönden, yine çarpık şekildeki ikinci avlusu da üç yönden çeşitli ebat ve şekillerdeki mekânlarla çevrelenmiştir. Oldukça sade inşa edilen han, 1985 yılında vakıflar bölge müdürlüğü tarafından restore edilmiştir.

BAYAZ HAN
Bir tütün tüccarı olan, o dönemde Gaziantep'in Hasankeyf tütününü kendine ait olandeve kervanı ile Mısır'a ihraç eden Bayaz Ahmet Ağa, Bayazhan'ı ortağı ile birlikte, Halepli mimar ve taş ustalarına yaptırmıştır. Yapımına 1905 yılında başlayıp 1909 yılında tamamlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası İngilizler, Antep'i işgal ettiklerinde, Bayazhan'ı karargâh olarak kullanmışlardır. Hanın bir bölümü ise Antep savunması yıllarında hapishane olarak kullanılmıştır. Gaziantep'te ilk sinema filmi Bayazhan'ın büyük salonunda gösterilmiştir. TOKİ tarafından ihale edilen hanın restorasyonuna, Şubat 2007 tarihinde başlanılmış ve restorasyon çalışmaları tamamlanmıştır. Bayaz Ahmet Efendi tarafından, yaptırılmış olan Bayaz Han’ın mülkiyeti 2005 yılında Gaziantep Büyükşehir Belediyesi tarafından alınmıştır.

Budeyri Hanı
 Yapım tarihi kesin olarak bilinmeyen hanın, 1900′lü yılların başlarında yapıldığı düşünülmektedir. Osmanlı han mimari tipolojisi içinde iki katlı, tek avlulu hanlar grubuna girmektedir. Klasik Osmanlı hanlarından ayrılan bazı yönleri vardır ki; mekanlar avluyu dört taraftan kuşatmayıp, sadece güney ve kuzeyden çevrelemektedir. Güney tarafta yer alan mekanlar tek katlı, kuzey taraftakiler ise iki katlı olarak inşa edilmiştir. Aynı şekilde plan tipi de diğer hanlarda görülmemektedir. Kuzey kanadının alt katındaki mekanlar avlu ile irtibatı bulunmayan ve caddeye açılan dükkanlardan ibarettir. Üst kat ise bir revakın arkasına yerleştirilen yolcu odaları şeklinde tanzim edilmiştir. Güney kanatta avluya açılan 15 mekan yer almaktadır. Hanın ahır kısmı her biri üç sıra halinde doğu batı istikametinde yedişer ayak üzerine oturtulan çapraz tonozlu otuziki hacimden meydana gelmektedir. Yemiş (maarif) hanı, belediye hanının restorasyon programı dahilinde ele alınarak 2004 yılında restore edilmiştir.

 Buğday Hanı 
Gaziantep’in buğday arasası semtinde bulunan hanın kesin yapılış tarihi bilinmemektedir. İlk olarak Mustafa Ağa tarafından 1640 yılında tekkeye gelir temin etmek amacıyla yaptırılmıştır. Ancak bu yapı yangınlarla tamamen yok olmuştur. Bugünkü yapının mimari üslubuna bakarak 19.yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. İki avlulu, iki katlı bir handır. Osmanlı mimarisinin tipik örneklerindendir. Bir rivayete göre ise 1892 yılında Muhsinzade Hacı Mehmet Bey tarafından yaptırılmıştır. İlk yapıldığında tek katlı yapıldığı ve daha sonraları 2. Katın ilave edildiği zannedilmektedir. 1985yılında onarılmış ve üst katı kısmen yeniden yapılmıştır. Sade bir yapıdır. Beyaz kesme taştan inşa edilmiştir. İlk yapılışında önden ve arkadan açık, kapısız olarak inşa edilmiştir. Kuzey cephesinde, sokağa bakan dükkânlar bulunur. Eser bugün yöresel gıda ürünlerinin satıldığı han olarak kullanılmaktadır. 2007 yılı içerisinde Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restorasyonu yapılmıştır.

Gümrük Hanı
Şekeroğlu Mahallesi Gümrük Caddesi No:14 adresinde bulunan han geçmişte yolcu hanı olarak kullanılmıştır. Yöre insanının tarihsel süreçte uğraşı olan gümüşçülük, bakır işlemeciliği, kilimcilik, yemeni yapımı, sedefkârlık, aba dokumacılığı, kutnu ve alaca dokumacılığı, ahşap oyma ve ağaç işleri, mozaik yapımı, tespih yapımı ve Gaziantepli hanımlar tarafından yapılan Antep İşi El İşlemesi gibi meslekler yok olmaya ya da özel turistik amaçlı ürünler yapılarak kısıtlı alanlara sıkışmışlardır. Şahinbey Belediyesi kaybolmaya yüz tutmuş bu el sanatlarını gelecek nesillere aktarmak,tanıtmak ve bu el sanatları ile uğraşanlara satış merkezi olacak şekilde Tarihi Gümrük Hanı’nı restore ettirmiş ve gelecek nesillere aktarma amacı ile “Yaşayan Müze Tarihi Gümrük Hanı” olarak Uzun Çarşı’daki asırlık binayı hizmete açmıştır.

Kürkçü Hanı

Arasa'da yer alaniki katlı 120 yıllık bir han olan Kürkçü Hanı, 2009 yılı sonu itibari ilerestore edilmeye başlamıştır. Gaziantep hanları arasından zengin giriş kapısıile ayrılmaktadır. Memluklu ve Zenği üslubunu yansıtan giriş kapısının siyah vebeyaz taşlardan güneş ışıklarını andıracak biçimde yapılmış olması oldukçailginçtir. Ayrıca girişin üzerine taş konsollar yerleştirilmiştir. Bunlarınüzerine de vazoyu andıran sekiz parça taş yan yana dizilmiş ve böylece görkemlibir görünüm ortaya çıkmıştır.Kitabesinde 1890yılında inşa edildiği yazar. Sonradan yapılan tamiratlarla günümüze sağlamolarak gelmiştir. Osmanlı han mimarisi içinde tek avlulu, iki katlı hanlargrubuna girer. Zemin katta dükkân, depo ve ahırlar, üst katta yolcularınkonaklaması için yapılmış odalar bulunur. Avlu geçidinin doğu-batı yönündeuzanan sivri beşik tonozunun orta kısmında, hafif kabartma olarak yapılmış altıkollu yıldız motifi vardır.

 Millet Hanı
Sadrazam lala Mustafa Paşa tarafından 1571 - 1572 yılında yaptırılmıştır. Başlangıcı karanlık bedesten (bedesten-i atık) olarak yapılmış zamanla ilavelerle bugünkü şeklini̇ almıştır. Han tipik bir Osmanlı kervan sarayı niteliğindedir. ortada 18mt X 24mt ebatlı avlu zemin katinin güneyinde ahir; diğer kesimlerde tüccar odaları, 1.katta ise istirahat ve gece konaklama odaları mevcuttur. karanlık bedesten belediye tarafından yıktırıldığında, hanin doğusunda ve karanlık bedestene de hizmet eden dükkanlar yıkılmış ve ayrıca Antep harbinde top mermilerinin vermiş olduğu tahribat hani kısmen harabe bir hale getirmiştir. metruk bu hal devam ederken hanı 1996 yılında satın alan Mustafa Geylani̇ tarafından 2001 senesinde onarımı yaptırılarak iki yıl süren onarım çalışmaları sonrasında bu şeklini̇ almıştır. Han önceleri̇ kervansaray olarak kullanılmış; 19.yy ortalarından itibaren Antep’e mahsus kutnu kumaşı imalatı ve satış yeri̇, Antep harbinde mermi ve silah yapım imalathanesi̇ olarak da kullanılmıştır. Ayrıca güneyindeki bölümünün bir kısmında zeytinyağı imalat hanesi̇ (masmana) faaliyet göstermiştir. Hanın bugün mevcut iş yerlerinde Antep’e ait unutulmaya yüz tutmuş el sanatlarını icra eden ustalar gerek yaptıklarıyla gerek verdikleri̇ kurslarla hizmetlerine devam ediyor. Antep’ in ticari faaliyetlerinden olan dericilik zanaatı da handaki yerini̇ almış ve bu zanaatla uğraşan Ayd-i̇ Baba gibi büyük bir zatin da burada bulunmasına vesile olmuştur. Ayd-i̇ Baba'nın zatına yaşantısına ve fikirlerine hürmeten halkımızın tanıması gayesi̇ ile hanin avluda bulunan havuzuna dervişane figürü nakşedilmiştir. Elde keşkül,pejmürde kıyafet, rindane duruş ve başta bulunan derviş külahı her şeyi̇ çok iyi ifade etmektedir.

Pürsefa Hanı
Gaziantep Mevlevihanesinin karşısında yer alan Pürsefa Hanın kapısındaki kitabede, yapım tarihi olarak 1887 yılı yazıyor. Ancak han, bu tarihten önce 2 defa yanmış. İlk inşa tarihinin 400 yıl önce olduğu tahmin ediliyor. Tarih boyunca, konaklama ve sabun imalâthânesi gibi çeşitli amaçlar için kullanılan han, 2008 yılında restore edilerek Gaziantep'e kazandırılmış. Günümüzde turistik eşya satan dükkânlar, lokanta, kafeterya ve tatlıcı dükkânlarının yer aldığı bir turistik mekân olarak hizmet veriyor.

Şeker Hanı
Arasta Çarşısı'nda bulunan Şeker Hanı'nın ne zaman yapıldığı konusunda yeterli bilgiler bulunmamaktadır. Bununla beraber, Şer'i Mahkeme sicillerindeki kayıtlara göre 16. Yüzyıl'da bu hanın bulunduğu anlaşılmaktadır. Oldukça düzgün kesme taştan yapılan han, iki katlı hanlar gurubundandır. Hanın oldukça gösterişli bir giriş portalı bulunmaktadır. Hanın odaları ortadaki bir avlunun etrafında sıralanmışlardır. Bu avlu çevresindeki odaların önünde revaklar ve üst katın revaklarını taşıyan direkler vardır

Şire Han
Han, 1885/1886 yıllarında halep valisi cemil bey’in emriyle kaymakam rüstem bey ve belediye reisi mustafa ağa tarafından belediyenin imkanları ile yaptırılmıştır. Hanın mimarı kirkor,nakkâşı ise ali efendi’nin oğlu abbas’tır.Yapı tek avlulu, iki katlı osmanlı hanları grubuna girmektedir. Klasik osmanlı han mimarisinin birçok özelliklerini üzerinde taşıyan eser, dikdörtgen planlıdır. Yapı, ‘yolcu ve iş hanı’ olarak inşa edilmiştir. Zemin kattaki mekanlar dükkan, depo ve ahır olarak, üst katta bulunan odalar ise yolcuların ikamet etmesi için yapılmıştır. Avlu, dört taraftan mekanlarlaçevrelenmiş olup, güney kısımdaki hacimlerin arkasında doğu-batı yönünde iki sahın halinde uzanan ahır bölümü yer almaktadır. Avlunun ortasında ilk yapıldığı dönemlerde hanın su ihtiyacını karşılamak amacıyla bir kuyu bulunmaktayken, daha sonra bu kuyu kapatılarak avlu zemininden iki basamak aşağıya inilerek ulaşılan şadırvan yapılmıştır. Hanın üst katı doğu, batı ve kuzey taraftan kuşatan revaklarla çevrelenmiştir.

Tütün Hanı
Herhangi bir inşa veya onarım kitabesi mevcut olmayan tütün han’ına ait en eski bilgi, şer’i mahkeme sicillerinde geçmektedir. 1754 tarihli vesikada ?taşradan antep’e gelen ve mukataası (götürü ve iş verme yetkisi) hacı mehmet’in uhdesinde bulunan tütünler eskiden beri tütün han’ında satılır, gümrüğü de burada alınırdı? denilmektedir. Eskiden beri tütünlerin burada alınıp satılması, eserin 1754 yılından daha önceki bir tarihte yapıldığını ortaya koymaktadır. Osmanlı topraklarında tütünün, 17. Yüzyılda yaygınlık kazanmaya başladığı bilinmektedir. Ayrıca 1735 yılında antep’te tütüncü esnafının bulunduğunun bilinmesi bu hanın tarihinin 1754 yılından daha öncesine gittiğini kesin olarak göstermektedir. 19. Yüzyılda hanın bilinen ilk sahibi nur ali ağa oğlu hüseyin ağa’dır. 2007 yılında vakıflar bölge müdürlüğü tarafından restore edilmiştir.

 Yeni Han
 Kitabesi bulunmayan yeni han’ın yapılıştarihi hakkında kesin bir bilgi mevcut değildir. Ancak 1557 tarihli ayıntab vakıf defteri’nde eserin adının han-ı cedid(yeni han) olarak geçmesinedeniyle han bu tarihten önce yapılmış olmalıdır. Hanın bilinen ilk sahiplerininbattal bey’in kızı asiye ve hacı osman bey’in kızı emine hatun olduğu kayıtlarda yer almaktadır.Yapı, osmanlı han mimarisi içinde tek avlulu, iki katlı hanlar grubuna girmektedir. Avlu, zemin katta üç taraftan eyvan ve odalarla, bir taraftan revakla, üst katta ise bir taraftan odalarla, üç taraftan da revakla kuşatılmıştır. Zemin kattaki mekanlar depo ve ahır, üst katta bulunan odalar ise yolcuların konaklaması amacıyla yapılmıştır. Yapıda dikkati çeken tek süsleme, batı cephesindeki cümle kapısı üzerinde siyah ve beyaz kesme taşlarla oluşturulmuş olan süslemedir. Ayrıca giriş açıklığının iki tarafında iki taş seki bulunmaktadır. Hanın diğer kısımları ise oldukça sade bir şekilde inşa edilmiştir. Hanın inşasında siyah ve sarımtırak renkte küfeki kesme taş kullanılmıştır. Örtü sistemi; taş konstrüksiyonlu sivri beşik tonoz, çapraz tonoz ve aynalı tonoz ile düz örtüdür.

 YÜZÜKÇÜ HANI

Yüzükçü hanı, kitabesi mevcut olan ender hanlardan birisidir. Fakat taç kapısı üzerinde yer alan 1315 (1897) tarihli yazıdan ibaret olan bu kitabe eserin inşa değil yenilenme kitabesidir. Zira 1735 tarihli şer’i mahkeme sicilinde ?iki kapılı han yakınında bir kişinin öldürülmesiyle açılan dava neticesinde tahakkuk eden diyetin uzun çarşı, iki kapılı han ve yüzükçü han esnafından toplanması? şeklinde bir vesika yer almaktadır. Buna göre eser, 1735 tarihinden önce mevcut olup, inşa tekniği ve malzeme durumuna göre yüzükçü han, 1897 yılında büyük ölçüde yenilenmiştir. Hanın bilinen ilk sahibi battal bey’in kızı asiye ve hacı osman bey’in kızı emine hatun’dur.

SONUÇ OLARAK
Gaziantep’in bir sanayi şehir olmasının yanında tarihi eserleri ve bunu yansıtan  kültürlerle içe olması, bu şehrin farkındalıklarından bir tanesidir.konumuz çerçevesinde Gaziantep Han’larını araştırarak elimizden geldiğince bilgi edinip paylaşmaya çalıştık.Tarih kokan caddelerden geçtik ve bu süreç içinde sanayi ve tarihin iç içe olduğu bu marka şehrin, her daldan varlığını gösterdiğini gördük.

       Araştırma sürecinde Gaziantep Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nden bize yardımcı olan ve detaylı bilgi veren Sn. Mehmet Çankaya ve beraberindeki tüm hizmetli memurlara sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.














HAZIRLAYANLAR

İbrahim Akboğa
İzzer Sarıkaya
Şafi Çakmak
Salim Ekici














 



 Zeugma müzesi
 
Zeugma Mozaik Müzesi – TÜRKİYE Gaziantep
9 Eylül 2011 tarihinde açılan Gaziantep Mozaik Müzesi, 1450 m2 mozaik ile Tunus Bardo Müzesi’nden, ‘’ dünyanın en büyük mozaik müzesi’’ sıfatını almıştır. 80 yıllık kazı birikiminin sonucu olan proje tamamlandığında, mozaik koleksiyonunun 2500 m2’ye ulaşması planlanmaktadır.
140 m2 duvar resmi, 4Roma Dönemi Çeşmesi, 20 sütun, 4 kireçtaşından yapılmış heykel, tunç Mars heykeli, mezar stelleri, lahitler ve mimari parçalar da restorasyonu yapılarak sergiye konmuştur. Müzede sergilenen mozaiklerin renk armonisi Tunus’takilerden fazladır. Tunus mozaiklerinde 9 renk armonisine karşılık, Zeugma’daki mozaiklerde 13 renk armonisi vardır. Mozaikler, özelliklerini yitirmemeleri için özel sistemlerle korunmaktadır.
Dünyada benzeri olmayan yeni bir yöntem ile Zeugma Mozaik Müzesi’nde, define talanı ile eksik olan 2 bin yıllık mozaiklerin parçaları, sanal ortamda ışık oyunları ile tamamlanmakta, böylece ziyaretçiler mozaikleri tam olarak görebilmektedirler. Zeugma Mozaik Müzesi’nin birçok bölümünde eski eser kaçakçıları ve define avcılarının mozaiklere verdikleri zararın boyutları vurgulanmış ve gelen ziyaretçilerin bu konudaki duyarlılıklarının arttırılması amaçlanmıştır.
Gaziantep’in Nizip İlçesi’nde yer alan Zeugma antik kentinde, 1998 yılında yapılan kazılarda ortaya çıkarılan, ‘’Çingene Kızı’’ mozaiğindeki kişinin, Yunan Tanrıçası Gaia olduğu sanılmaktadır. Ancak, saç örgüleri, çıkık elmacık kemikleri nedeni ile ‘’Çingene Kızı’’ olarak yakıştırılmış ve antik kentten çıkarılan mozaiklerin simgesi haline gelmiştir. Gözlerinin her yöne bakma özelliği, farklı bir teknik kullanılarak oluşturulmuştur  ve ‘’Çingene Kızı’’ndan yüzlerce yıl sonra Leonardo da Vinci’de, Mona Lisa tablosunda aynı tekniği kullanmıştır.
Zeugma’da çıkarılan en önemli buluntulardan biri de Roma dönemi’ ne ait, 1.50m boyunda, bronz bir Mars heykelidir. Mars Roma’da, bereketi ve gücü simgeleyen önemli bir tanrıdır. Mars’ın en önemli özelliği, elinde tuttuğu mızrağıdır. Ancak, müzedeki heykel, bir elinde mızrağını tutarken, diğer eli ile de çiçek sunmaktadır. Mars, bulunduğu şehir gibi, gerektiğinde savaşmasını bilen ama barışı isteyen, sanatçı bir ruhu temsil etmektedir. Zeugma Mozaik Müzesi Kongre ve Kültür Merkezi,  Mozaik Müzesi, Sergi ve Konferans Merkezi ve Arkeoloji Müzesi olmak üzere üç ana yapıdan oluşmaktadır. 100 araçlık kapalı otopark kapasitesi mevcuttur. Ziyarete açıldığı ilk gün, 3000 ziyaretçi ağırlayan müzenin hedefi, senede iki milyon ziyaretçiye ulaşmaktır.

HER ŞEY ORİJİNAL HALİNDE
Müze gezisi, bulundukları şekliyle kurulmuş Poseidon ve Euphrates villalarıyla başlıyor. Mozaikler, duvar resimleri, çeşmeler, sütunlar ve duvarlar 2000 yılı kazılarında elde edilen veriler doğrultusunda orijinal yerleşimleri ve boyutlarıyla karşımızda. Villalar oluşturulurken odalara Zeugma’da bulunan heykeller ve bazı kullanım malzemeleri yerleştirilmiş ve böylece ortam hareketlendirilmiş.

Müzenin girişine Kommagene Kralı Antiokhos’un hükümranlığını pekiştirmek ve yönetim planını oluşturmak amacıyla yaptırdığı, Herakles ve Helios betimli anlaşma stelleri konulmuş. İki kabartmanın ortasında, Herakles ile Antiokhos’un tokalaşmasını gösteren stelin arkasında bulunan yazıt var. Yazıt; bir cam üzerinde, Türkçe ve İngilizce.

MÜZENİN KIYMETLİSİ MARS HEYKELİ
Müzenin kıymetlilerinden biri, 2000 yılı kazılarında Poseidon villasında bulunan Mars heykeli. Heykelin, M.S. 256 yılındaki Sasani saldırısı sırasında Poseidon villası içinde gizlendiği tahmin ediliyor. Gerçekte bir meydan heykeli olduğu bilinen Mars heykeli, Zeugma’nın koruyucusu ve meydan heykeli olarak teşhirde. 1,45 metre yüksekliğindeki heykel, 6,60 m yüksekliğinde bir sütun ve 30 cm’lik bir bazalt kaide üzerine yerleştirilmiş. Heykel, müze içindeki her noktadan görülebiliyor.
Müzenin bir diğer kıymetlisi Dionysos’un bir bölümü çalınan düğün sahnesi mozaiği. Bu mozaiğin bir bölümü 1997 yılında çalınmıştı. Çalınan bölümler dünyanın bir yerlerinde olmalı. Biraz da bu sebeple mozaiğin eksik bölümünün fotoğrafı eserin üzerine yansıtılıyor. Böylece belki biri tanır ve ihbar eder diye düşünülüyor. 

TEKNOLOJİNİN NİMETLERİ BURADA!
Müze, teknolojinin nimetlerinden epey faydalanmış. Dionysos’un bir bölümü çalınan düğün sahnesinin lazer yöntemiyle yansıtılması yanında müzede pek çok üç boyutlu film gösterisi, tabanlara yerleştirilmiş ışık oyunları ve interaktif mozaik pano bulunuyor. Sinevizyon odasında Zeugma Antik Kenti’ni konu alan bir film gösteriliyor. Yere yansıtılan bir sistemle gölün içinde kaçışan balıklar görülüyor. Bir de mozaik parçalarının boşluklara doldurulmasını öngören dokunmatik oyunlar…
Çok önemli olmasına rağmen yer darlığı nedeniyle pek çok müzede bir türlü kurulamayan atölye kısmı Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi’nin önemli bir parçası. Bulunan mozaiklerin tamamlanması ve müze içinde restorasyon gerektiğinde hemen müdahale edilmesi için oluşturulan bölümde pek çok mozaik uzmanı çalışıyor. Camla çevrili atölye ziyaretçiler tarafından da izlenebiliyor ayrıca.

2000 YILI BİR MİLAT
Gaziantep yakınlarındaki Zeugma Arkeolojik Alanı’nda ilk yüzey araştırmaları 1931 yılında başladı. 1971 yılından bu yana Gaziantep Müze Müdürlüğü ve Gaziantep Valiliği’nin desteğiyle süren çalışmalar 2000 yılında meyvelerini verdi. O yıl ikiz villalar olarak adlandırılan Poseidon ve Euphrates villaları ortaya çıkarıldı. Bu villalarda gerçekleştirilen kazılarda yüzlerce metrekare taban mozaiği, duvar resmi, Mars heykeli ve pek çok küçük eser bulundu.

ÇİNGENE KIZI İKİNCİ KATTA
Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi’nin ikinci katının birinci bölümünde, belleklere Çingene Kızı olarak kazınan Mainad Mozaiği için yapılan özel bir oda var. Bu oda labirent şeklinde. İçerideki ışıklandırma bilhassa Çingene Kızı’nın hüzünlü bakışlarına vurgu yapıyor.
30 BİN METREKARELİK MÜZE

 Mozaikler ve bilgileri
 
Gaziantep Büyükşehir Belediyesi ile Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 2008’de inşasına başlanan yeni müze binası geçtiğimiz aylarda tamamlandı ve Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi 30 bin metrekare alanıyla dünyanın bir numaralı mozaik müzesi oldu.


TRITON MOZAİĞİ
Kaçakçılar tarafından bulunarak Amerika Birleşik Devletlerine kaçırılan bu mozaikte Amphytrite, Posseidon'dan olan çocuğu Triton'un üzerinde resmedilmiştir. Amphitrite dünyayı çepeçevre saran Deniz’in kraliçesi. Nereidler adı verilen Nereus ve Doris kızları grubuna girer.Kızkardeşlerinin korosunu o yönetiyordu Amphitrite, bir gün Naksos adası yakınlarında kardeşleriyle dans ederken, Poseidon onu gördü ve kaçırdı.Poseidon’un onu uzun zamandır sevdiği ama genç kızın iffetine düşkünlüğünden onu reddettiği Okeanus’un derinliklerine, Hercules sütunlarının (Cebelitarık Boğazı) ötesinde gizlendiği anlatılır. Yunus balıkları tarafından bulunan Amhitrite, büyük bir kortejle Poseidon’a getirildi ve PoseidonAmphitrite ile evlendi. Amphitrite’nin Deniz tanrısının yanındaki rolü, Zeus’un yanında Hera’nın ya da Ölüler tanrısının yanında Persephone’nin rolüne eşittir. Amphitrite genellikle kalabalık bir deniz tanrıçaları kortejiyle çevrili olarak gösterilir. Poseidon ile Amphitrite’nin denizin altındaki muhteşem düğünlerinden sonra bir çocukları dünyaya geldi. Bu çocuğun yüzü hem tanrılara hem de insanlara benziyordu.Fakat deniz yosunları ile örtülü bulunan belinden aşağısı bir balık kuyruğu gibi uzanıyordu. Triton adı verilen bu çocuk doğar doğmaz annesine (Amphitrite) ve babasına (Poseidon) hizmet etmeye, onların buyruklarını iletmeye başladı. Büyük helezoni bir sedef kabuğu onun borusu idi.Kuvvetli nefesi ile üfürdüğü zaman, kudurmuş dalgaların sesine benzer sesler çıkarırdı. Poseidon ile Amphitrite’nin biricik oğulları olan Triton vakit geçirmeden denizkızları ile birleşerek birçok çocuğun dünyaya gelmesine sebep oldu. O’nun çocuklarının da babası gibi yüzleri insanlara, vücutları balıklara benziyordu. Bütün nehirlerin ve denizlerin tanrısı olan poseidonyanında güzel karısı Amphitrite olduğu halde denizlerin derinliklerindeki muhteşem saraylarından çıkıp dolaşmaya başladıkları zaman bütün tritonlar, trampetlerini çalarak, borularını üfleyerek, dalgaların hiddetini yatıştırır, tanrının arabasının arkasından ve yanından yüzerek koşarlardı.
DIONYSOS VE NIKE
Anadolu kökenli şarap ve doğa tanrısı Dionysos , ve zafer tanrıçası Nike'nin bir arada görüldüğü bu mozaikte ; Dionysos , Nike tarafından idare edilen ve iki panter tarafından çekilen bir arabanın içinde görülmektedir. Panterlerin önünde ise dans ederek ilerleyen bir bakkha görülmektedir. Dionysos aynı zamanda kendi adında bir dinin de tanrısıdır. Bu dine mensup olanlar şarap içerek gizemli bir yolculuğa çıkıyor. İnsanın kendini aşması ve sırra erme gibi amaçlarla düzenlenen bu ayin benzeri törenleri yapan erkeklere Satirus, bayanlara da Bakkha denirdi.

ANTOPE ve SATYROS MOZAİĞİ
Antiope çok güzel bir kadındır. Antiope'nin dillere destan güzelliğini gören tanrıların tanrısı Zeus O'na aşık olur. Ve bir Satyros ( Dionysos dininde şarap içerek ayin eden erkeklere verilen isim ) kılığına girerek Antiope'ye yaklaşır. Antiope'nin gönlünü çalan Zeus 'un güzel kadından iki çocuğu olur. Ancak Zeus'un terketmesiyle güzel Antiope ortada kalır. Babasından korkup evden kaçan Antiopes daha sonra Sikyon Kralı Epopeus'la evlenir.

POSSEIDON, OCEANUS ve TETHYS MOZAİĞİ
Havuz zemini veya yemek odası tabanı olduğu tahmin edilen bu mozaikte denizlerin en önemli tanrıları tasvir edilmiştir. En üstte Hippocam adı verilen ön tarafı at, arkası balık olan yaratığın üzerinde Posseidon görülmektedir. Posseidon'un elinde üç dişli dirgen bulunuyordu  Mozaiğin alt kısmında ise yine bir diğer deniz tanrısı Oceanosve , denizlerde dişiliği sembolize eden Tethys resmedilmiştir. Mozaiğin diğer alanları çeşitli deniz yaratıkları ile süslenmiştir.

DIONYSOS 'UN DÜĞÜNÜ
Tasvir panosundaki on figür soldan sağa doğru; Ayakta duran ve kase ile içki içen bir erkek figürü- oturur durumda ve elinde meşale tutan bir Menad – sağa doğru yürüyen ve kaldırdığı kollarıyla elinde tuttuğu nesnenin ne olduğu( mozaiğin bu bölümde tahrip olması nedeniyle) anlaşılamayan giyimli bir kadın figürü tahtta oturan giyimli bir kadın ile çıplak torsosu etrafında dalgalanan bol kumaş kütleleri ile tasvir edilmiş, başının etrafı hareli bir erkek figürü hahtın hemen yanında çıplak küçük bir çocuk figürü sola doğru yürüyen giyimli iki kadın figürü (ki, soldakinin başı tahrip olmuş, sağdaki daha sağlam ve elinde içinde eşyalar bulunan kapağı açık bir kutu tutmaktadır. ) en sağda ise iki elinde de bir tür flüt tutan bir kadın ile arkasında vücudunun üst bölümü çıplak, dağınık saçlı ve sakallı bir erkek figürü yer almaktadır. Merkezdeki grubu oluşturan çifttin yanında bir “ Çocuk Eros”un bulunması bunlara yönelik bir armağan kutusu taşıyan sağdaki iki kadın ile, kollarının hareketinde Ariadne’nin başına koymak üzere olasılıkla bir defne çelengi uzattığını veya baht-kader ağını örmek üzere ip eğirdiğini düşündüğümüz soldaki kadının varlığı, sahnenin merkezindeki bu çiftin Dionysos ile Ariadne birlikteliğini, başka bir deyişle düğününü yansıttığını akla getirmektedir Dionysos’un Ariadne’yi Naxos adasında bulmasından sonra gerçekleştirilen şenlikli evlenme törenleri, Dionysos konulu kompozisyonlarda oldukça sık betimlendiğinden, burada ki sahneyi de Thiasos’dan çok Dionysos ile Ariadne’nin düğünü olarak yorumlamak daha uygun olsa gerektir. Sol baştaki Menad bu evlilikten hoşnut olmayan, Dionysos’u yitirmek üzere olmanın huzursuzluğu ve küskünlüğünü yaşayan bir sevgili durumundadır.

APHRODITHE'İN DOĞUŞU
Roma’ da eski İtalya’nın tanrıçası Venüs’le özdeşleştirilen aşk tanrıçası. Doğuşu konusunda iki farklı tradisyon vardır: bazen Zeus’ la Dione’ nin kızı sayılır, bazen de Ouranos’ un kızı olarak kabul edilir. Buna göre, Ouranos’ un, Kronos tarafından kesilen cinsel organları denize düşmüş ve bu tanrıçayı (dalgalardan doğan kadın veya “Tanrının tohumlarından doğan kadın”) halk etmiştir. Aphrodite, denizden çıkar çıkmaz, Zephyroslar tarafından önce Kythira’ ya, sonra da Kıbrıs kıyılarına götürüldü. Orada Mevsimler tarafından karşılandı, giydirildi,süslendi ve ölümsüzler alemine götürüldü. Lukianos’ un anlattığı efsanede ise,. Aphrodite’ nin önce Nereus tarafından büyütüldüğü söylenir. Daha sonra Platon iki ayrı değişik Aphrodite tasavvur etti Ouranos’dan doğan saf aşk tanrıçası AphroditeOirania; ve Dione’nin kızı, sıradan aşk tanrıçası AphroditePandemos. Ama bu, geç döneme ait felsefi bir yorum olup, tanrıçaya ilişkin çok eski mitoslara yabancıdır. Aphrodite’ nin çevresinde, tutarlı bir anlatı oluşturmayan, ama tanrıçanın arada devreye girdiği çeşitli Epizotları inceleyen değişik efsaneler meydana gelmiştir. Aphrodite, Lemnoslu topal tanrı Hephaistos’la evlendirildi.  Ama o, savaş tanrısı Ares’ i seviyordu. Homeros, bir sabat Güneş tarafından nasıl yakalandıklarını ve maceranın nasıl Hephaistos’ a bildirildiğini anlatır. Hephaistos; gizlice bir tuzak hazırlar: bu, yalnızca kendisinin çalıştıra bildiği sihirli bir ağdır. İki aşığın Aphrodite’ nin yatağında bir araya geldikleri bir gece, Hephaistos, ağı onların üzerine atar ve Olympos’ un bütün tanrılarını çağırır. Bu manzara onları çok büyük bir neşeye garkeder. Poseidon’ un ricası üzerine, Hephaistos ağı kaldırmaya razı olur, ama utanç içinde ki tanrıça Kıbrıs’ a, Ares’ de Trakya’ ya kaçarlar. Aphrodite’ nin aşklarından Eros ve Anteros, Deimos ve Phobos (Dehşet ve Korku), Harmonia (daha sonraları Thebai’ de Kadmos’ un karısı olmuştur) doğmuşlardır. Bazen, bu listeye bahçelerin koruyucusu Lampsakoslu tanrı Priapos’ da eklenir. Aphrodite bahçe tanrıçası olarak gösterilir; ama bu daha çok Aphrodite’ nin İtalyan versiyonu olarak gösterilir. Aphrodite’ nin, aşkları Ares’ le sınırlı olarak kalmadı. Ağaca dönüşen Myra, Adonis’ i dünyaya getirdiği zaman, Aphrodite olağanüstü güzellikteki bu çocuğu aldıve onu Persophane’ ye emanet etti. AmaPersophane çocuğu geri vermek istemedi. Olay Zeus’ un hakemliğine sunuldu, Zeus, delikanlının üçte birini Persophane’ yle, yılın üçte birini Aphrodite’ le, geri kalan üçte birini de istediğiyle geçirmesine karar verdi. Ne var ki Adonis yılın üçte birini Persophane’ yle, yılın üçte ikisini Aphrodite’ le geçiriyordu. Çok geçmeden bir yaban domuzu tarafından yaralanan Adonis belki de Ares’ in kıskançlığının kurbanı olarak öldü. Tanrıça, İda’ da Agkhises’ e gönül verdi ve ondan iki oğlu oldu: Aineias ve bazı tradisyonlara göre, Lyrnos. Aphrodite’ in, öfkeleri ve lanetleri ünlüydü. Ares’ in aşkını kabul ettiği için Eos’ u cezalandırmak amacıyla, onda Orinos’ a karşı dayanılmaz bir aşk uyandırdı. Yine, kendisini onurlandırmadıkları için, bütün Lemnos’ lu kadınlara, kocalarını Trakyalı tutsak kadınların yanına kaçırtacak kadar tahammül bir arız ederek, onları cezalandırdı. Lenmnos’ lu kadınlar, adadaki bütün erkekleri öldürdüler ve bir kadınlar topluluğu kurdular: Argonautlar gelip onları bir çocuk sahibi yapana kadar sürdü bu. Aphrodite, Paphos’ ta Kinyras’ ın kızlarını da, onları yabancılara fuhuş yapmaya zorlayarak, cezalandırdı. Aphrodite’ in lütfu da daha az tehlikeli değildi. Bir gün, Nifak tanrıçası,Hera, Athena ve Aphrodite arasında en güzele karar vermek üzere ortaya bir elma koydu. Zeus, daha sonraları Paris adıyla tanınacak olan Aleksandros’ un üç tanrıçaya hakemlik etmesi için,Hermes’ e, onları Traos’ dakiİda dağına çıkarmasını emretti. Üç tanrıça Aleksandros’ un önünde tartışmaya başladılar.;güzellikleriyle övünüyor ona armağan vaat ediyorlardı. Hera, ona evrenin krallığını,Athena savaşta yenilmezliği, Aphrodite ise Heleneyle evlenmeyi vaat ediyordu. Sonunda AleksandrosAphrodite ‘ i seçti. Böylece, Aphrodite,Troya savaşının başlamasına neden oldu. Bütün savaş boyunca, Troyalılar’dan özellikle de tüm savaş boyunca Paris’ ten himayesini eksik etmedi: Paris Menelaos’la teke tek dövüştüğü ve neredeyse yenik düşeceği sırada, Paris’ i tehlikeden kurtardı ve böylece savaşın yeniden genellik kazanmasına yol açtı. Daha sonra, Diomedestarafından az daha öldürülecek olan Aineias’ ı aynı şekilde korudu. Hata Diomedes, tanrıçayı yaraladı. Ne var ki Aphrodite’ nin koruması, Troya’ nın düşmesini ve Paris’ in ölmesini önleyemedi. Bununla birlikte Aphrodite, Troyalılar soyunu devam muhafaza edebildi. Onun sayesindedir ki Aineias, babası Agkhises ve oğlu İulius ile birlikte ve TroyaPenatlarını da taşıyarak, alevler içindeki şehirden kaçabildi ve yeni bir yurt kurabileceği bir toprak arayıp bulabildi. Aphrodite-Venüs’ ün, Roma şehrinin koruyucu tanrıçası olarak kabul edilmesi bu yüzdendir. Venüs, ayrıca İulii ailesinin atası olarak kabul ediliyordu. Çünkü İulii, İulius’ un ahfadındandı ve dolayısıyla tanrıçanın altsoyunu oluşturuyordu. Bu nedenledir ki, Sezar,ona Venüs Ana,VenüsGenitrix adıyla bir tapınak inşa ettirmiştir. Tanrıçanın en sevdiği hayvanlar güvercinlerdi. Arabasına güvercinler konulmuştu. Sevdiği bitkiler de gül ve nergisti.

AKHILLEUS MOZAİĞİ
Akhilleus'un Troya savaşına katılmasını istemeyen annesi ve babası O'nu Skyrosadasına , KralLykomedes'in sarayına gönderir. Akhilleus burada kadın kıyafetleri giyerek sarayda yaşayan Lykomedes'in diğer kızlarının arasına karışır. Ancak ilerleyen günlerde Akhilleus'un Troya seferine katılmaması halinde Troya'nın alınamayacağı kehanetleri üzerine Odysseus O'nu aramaya başlar. Akhilleus'un savaşçı ruhunu çok iyi bilen Odysseus Kral Lykomedes'in sarayına akıllıca bir plan yaparak gider. Gezgin bir satıcı kılığında Lykomedes'in haremine girer. Kızların önüne birbirinden albenili kumaş ve kadın eşyaları ile birlikte birkaç silah koyar. Haremdeki bütün kadınlar takı ve kumaşlarla ilgilenirken, kadın kıyafetleri içindeki Akhilleus dayanamayarak kılıç ve kalkanı eline alır ve kullanmaya başlar. Odysseus'un planı tutmuştur ve Akhilleus'un gerçek kimliği ortaya çıkmıştır. Zeugma'dan çıkarılan mozaikte de işte bu an tasvir edilmektedir
.
OCEANOS ve TETHYS MOZAİĞİ
Antik çağlarda Akdeniz haricindeki dünyadaki bütün açık denizlerin tanrısı olan Oceanos , denizdeki dişi unsuru sembolize eden Tethys ile birlikte yaşar. Dünyadaki bütün ırmakların ve nehirlerin Oceanos ve Tethys'ten meydana geldiğine inanılır. Zeugma'dan çıkarılan ve villalardan birinin havuz tabanı olduğu tahmin edilen bu mozaikte de Oceanos ve Tethys deniz canlılarıyla çevrelenmiş olarak betimlenmiştir. Mozaikte ayrıca yunuslara binen veya balık tutan Eroslara da rastlanmaktadır.

DAIDALOS MOZAİĞİ
Daidalos’un yaptığı işlerin resimlendiği taban mozaiği Belkıs’Zeugma kentinde, ikinci yerleşim terasında Gaziantep Müzesi başkanlığında Nantes Üniversitesiyle yapılan katılımlı 1999 yılı kurtarma kazısında gün ışığına çıkarılmıştır. Bu mozaik Roma villasına ait yemek odasının taban mozaiğidir. Anılan mozaikte altı figür mevcuttur. Soldan sağa: oturan Pasiphae, ayakta duran kızı Ariadne, Daidalos’la sohbet eden Tropos, ahşap yontan İkaros resimlenmiştir. Sağalt köşede MİNOS boğasının kesik başına ok tutan Eros, sağ üst köşede ise Labyrinthos sarayı yer alır.
Bu mozaikte dört mitolojik öykü anlatılmıştır.  Minos boğasının öyküsü: Pasiphae Girit kralı minosunkarısı, tanrı Helios’laPerseis’in kızıdır. Poseidon’un kurban edilsin diye Minos’a gönderdiği ak boğaya Pasiphaeaşık olur ve bu boğayla birleşebilmek için Daidalos’a tahtadan bir inek heykeli yaptırır. Sanki canlıymış gibi duran bu heykelin içine girer ve gebe kalarak Minos boğasını doğurur. Minos boğası insan bedenli, boğa başlı bir canavarmış. Kral Minos bu korkunç yaratığı öldürmek ister, ana yüregi buna dayanamaz sonunda çözüm olarak bunun gün işiğina çıkamayacağı bir yere hapsedilmesinde birleşilir. Bunu saklamak için mimar Daidalos’aLabyrinthos sarayı yaptırılır. Minos boğasına da her yıl yedi delikanlı ve yedi genç kız kurban olarak verilirmiş (Erhat A. 1989, Mitoloji Sözlüğü, s.225-6., 260) Theseus Girit’e Minos boğasını öldürmeye geldiğinde Pasiphae’nin kızı Ariadne yiğidi görmüş ve görür görmez ona aşık olmuş. Minos boğasının bulunduğu bin bir dehlizliLabyrintos'da kaybolmaması için Daidalos'un fikriyle AriadneTheseus'un eline bir yumak iplik vermiş. Theseus’da karışık ve karanlık dehlizlerde ilerledikce yumağı açıp ipliği yere bırakıyormuş. Canavarı öldürdükten sonra çıkış yolunu ona bu iplik göstermiş. Sonra da Ariadne’yi kaçırıp Naksos adasına varmışlar (Erhat A. 1989, s.59,312). Ariadne bu mozaikte annesinin başucunda ayakta durmaktadır.
II. İlk uçan kişilerin öyküsü: Theseus’unLabyrinthosa girip çıkması için Ariadne’ye bir yumak iplik kullanması fikrini veren Daidalos’unTheseus’un başarısında parmağı olduğunu öğrenince kral Minos buna çok kızmış ve Daidalos'u oğlu İkaros’la birlikte kendi inşa ettikleri Labirantos’a kapatmış. Ama Daidalos oradan çıkma çaresini de bulmuş: kuşların pencerelere bıraktıkları tüyleri ve arı peteklerindeki balı kullanıp İkaros’la kendisine birer çift kanat yapmış, ikisi de böylece uçup gitmişler.İkaros dünyada ilk uçan adam olarak ün bırakmıştır. Daidalos uçmadan önce oğluna ne çok alçaktan uçmasını, nede fazla yükselip güneşin ışıklarına yakın gelmesini salık vermiş. Ne varki havalandıktan sonra İkaros babasının bu sözünü unutmuş, başarısından dolayı gurura kapılmış, ya da hava sarhoşluğuna tutularak yükseldikce yükselmiş, güneşin ışınlarına aldırmamış, giderek doğayı yenmek, özgürlüğe kavuşmak sevinciyle Helios’u hor görme suçunu da işlemiş. Güneş tanrı onun kanatlarını tutan balmumunu eritmiş, İkaros’da tepetaklak denize düşmüş ve boğulmuş. Ege’de Sisam adasının çevresindeki denize İkaros denizi denmiştir.(Erhat A. 1989, s.86, 166).
III. Testerenin icad edilme öyküsü: Daidalos hem mimar, hem heykeltraş, hem de her türlü mekanik araçlar yapan ve Platon’un Menon adlı diologunda sözü geçen canlı heykelleri bile meydana getiren çok yönlü bir yaratıcıdır. Atinadaki işliğinde yegeniTalos ile birlikte çalışırmış. Ne varki günün birinde Talos ölü bir yilanın dişinden esinlenerek testereyi icad etmiş, bunu fena kıskanan Daidalos çırağını Akrapol’den aşağı atarak öldürmüş. Davaya bakan Areopagas mahkemesi de Daidalos’u sürgüne mahkum etmiş ( Erhat A. 1989, s.86,304). Bu mozaikte Daidalos'un elinde bir testere görmekteyiz.
IV. Hırsız mimarın yakalanış öyküsü: Trophonios, heykeltraş ve mimardır. Boiotia kralı hazinesini saklamak için diger mimar olan Agamedes ile Trophonios’a sağlam bir yapı ısmarlamış. Para hırsına kapılan iki mimar da hazine odasını, bir taşını yerinden oynatıp kolayca çıkarabilecekleri biçimde yapmışlar. Geceleri buraya girer hazineden birşeyler araklarlarmış. Varlığının gün geçtikce eksildiğini gören Kral Girit’ten ünlü mimar Daidolos’u çağırmış. Bir tuzak kurmuşlar ve iki hırsızı tam yakalayacakken, TrophoniosAgamedes’in kafasını keserek kaçmış(Erhat A. 1989,s. 13). Bu mozaikde de Boiotia şehrine gelmiş olan Daidalosun meslektaşı Trophonios ile sohbeti resimlenmiştir. DaidalosTrophonios’un hazineleri çalan kişi olduğunu henüz bilmemekte oğlu İkaros ile birlikte hırsızı yakalamak için tuzak hazırlamaktadır.
GALATEIA MOZAİĞİ
Etimolojik bakımdan süt beyazlığını çağrıştıran bu adı taşıyan iki kişi vardır efsanede. Birincisi, Nereus kızlarından biri ve bazı Sicilya halk efsanelerinde rol oynayan bir deniz kızı tanrıçasıdır. Sakin denizde yaşayan beyaz tenli genç kız Galateia’ ya canavar vücutlu Sicilyalı KyklopsPolyphemos vurgundu. Ama, genç kız bu aşka karşılık vermiyordu. Onun gönlü, bir Nympha ile tanrı Pan’ ın olan Akis’ teydi. Bir gün Galateia sevgilisinin göğsünde dinlenirken, Polyphemos onları gördü. Akis, kaçmaya çalıştıysa da Kyklops kocaman bir kaya parçasını fırlatarak onu ezdi. Galateia, Akis’ e annesi Nynmpha’ nın kimliğini vererek, onu suları berrak bir ırmak yaptı. Bazen Polyphemos’ la Galateia’ nın aşklarından üç kahraman doğduğu söylenir.: sırasıyla Galatlar’ a Keltler’ e ve İllyrialılar’ a adını veren Galas, Keltos ve İllyrius. Bu durumda, Galateia Efsanenin bir versiyonunda, Nereus kızıyla Polyphemos’ un aşklarının karşılıklı olduğu anlatılmış olabilir. Ama, bize bu konuda hiçbir tanıklık ulaşmamıştır. Öteki Galateia bir Giritli olup, Eurytios adlı birinin kızıdır. Bu Galateia, Phaistos şehrinde yaşayan ve iyi bir aileden gelmekle birlikte çok yoksul olan Lampros’ la evliydi. Galateia’ nın hamile kaldığını öğrenen Lampros, ona yalnızca erkek çocuk istediğini söyledi. Eğer kız çocuğu doğurursa, Galateia çocuğu terk etmek zorunda kalacaktı. Lampros, dağra sürüsünü güderken, Galateia bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Ama, onu terk etmeye gönlü razı olmadı. Kahinlerin öğüdü üzerine, Galateia, çocuğuna erkek giysileri giydirdi ve ona Leukippos adını taktı; olup bitenleri de Lampros’ dan sakladı. Ama, zaman geçtikçe Leukippos güzelleşti ve yalanı gizlemek imkansızlaştı. Galateia korkuya kapıldı ve Leto’ nun tapınağına giderek, tanrıçadan kızının cinsiyetini değiştirmesini istedi. Leto, Galateia’ nın yalvarmalarına dayanamayarak onun dilediğini kabul etti ve genç kız erkek oldu.

SİLENOS MOZAİĞİ
Silenos yaşlanmış Satyros'lara (Dionysos'un maiyetinin ayrılmaz parçası olan doğa daimonları ) verilen genel addır.Fakat aynı zamanda , Dionysos'u yetiştirmiş olan bir efsane kahramanına da mitolojide bu adın verildiği biliniyor. Silenos'unseceresine ilişkin çok değişik bilgiler mevcuttur.Silenos bazen Pan'ın ya da Hermes'in bin Nympha'dan olma oğlu olarak kabul edilir ; bazen de O'nun Ouranos'unKronos tarafından kesilen erkekliğinden damlayan kanlardan doğduğu ileri sürülüyor.Busilenos son derece bilge bir kişiydi, ama bilgeliğini insanlara ancak zor altında gösterirdi.Örneğin; bir keresinde Kral Midas tarafından derdest edilmiş ve ona bilgece sözler söylemişti.Vergilius da VI. Ecloga'sında aynı şekilde, çobanların Silenos'u şarkı söylemeye zorladıklarını tahayyül eder. Silenos'un Kentauros Pholos'un babası olduğu ve onu bir dişbudak ağacı Nymphasından dünyaya getirdiği ileri sürülüyordu. Başka bazı efsaneler O'nu ApollonNomius'un (Arkhadia'lıApollon) babası olarak da görürler. Silenos son derece çirkindi. Yassı burunlu, kalın dudaklı , boğa bakışlıydı.Çok kocaman bir karnı vardı.Genellikle bir eşeğin üzerinde ve çok sarhoş olduğundan, dengesini güçlükle koruyabilir bir halde tasvir ediliyordu.

ÇİNGENE MOZAİĞİ (GAİA)
Zeugma Kazılarının kamuoyunun henüz gündemine girmediği 1992 yılında çıkarılan bu mozaikteki kadın figürü gizemli bakışları ile Zeugma'nın simgesi haline geldi.İlk çıktığı yıllarda kimliği konusunda kesin bir tanımlama yapılamayan bu mozaiğe figüründeki kadın resminin çingene kızlarını andırması nedeniyle çingene adı verildi.Ancak bazı kaynaklar mozaikteki asma figürlerine dikkat çekerek , çingene olarak tasvir edilen kadının yer tanrısı GAİA olduğunu ileri sürmekte. Gaia mitolojide, içinden tanrı soylarının çıktığı ilk element olarak kabul edilmektedir. Gaia , Hesiodos'unTheogonia'sında büyük bir rol oynamasına karşılık, Homeros'un poemlerinde hiç görülmez. Hesiodos'a göre Gaia, Khaos'tan hemen sonra ikince olarak doğmuş, O'nun hemen ardından da Eros (aşk) gelmiştir. Gaia, hiç bir erkek element yardımı olmaksızın, çevresini saran Gök'u (Ouranos) ve Dağlar'ı, deniz unsurunuun kişileştirilmiş erkek şekli olan Pontos'udoğurdu.Gök'ün doğuşundan sonra , Gaia onunla birleşti ve böylece sahip olduğu çocuklar, artık basit elemanter güç olmaktan çıkarak, tam anlamıyla birer tanrı oldular.Önce altı titan: Okeanos, Koios, Krios, Hyperion, İapetus ve Kronos ile altı titanid: Theia, Reia, Themis, Mnemosyne, Phoibe ve Tehysdoğdular.Bunlar dişi tanrısal varlıklardır.Bu kuşağın en genci Kronos'tur. Ardından Kyklopslar geldi: yıldırıma, şimşeğe ve gök gürültüsüne hükmeden tanrısal varlıklardı bunlar. Adları:Arges, Steropes ve Brontes’di.Ve nihayet Ouranos'un aşklarından Kottos, Briareus ve Gyges adlı yüz kollu, devasa, şiddet yanlısı varlıklar olan Hekatogkheir'ler doğdu.

"KAHVALTI SOFRASINDAKİLER"
Bu mozaik Fransız Arkeolog CatherineAbadie-Reynal yönetimindeki Fransız ekip tarafından 6 numaralı açmadaki villada ortaya çıkarıldı.Mozaik zengin bir biçimde dekore edilmiş bir evin muhtemelen triclinium yani yemek odasında bulundu. Çok yüksek kalitede olan bu parça mükemmele yakın bir derecede korunmuş vaziyette. Mozaik üç ana öğeden oluşuyor. Ana panoyu üç taraftan saran geometrik bordür yemek yiyenlerin oturdukları kanepelerin orijinal yerlerini gösteriyor. Çerçevede (aslan, panter vb.) vahşi hayvanlarla savaşan Eros’lar ayrıntılı ve canlı bir şekilde resmedilmiş; öte yandan çelenkli erkek ve kadın başları köşelerden ve eksenden gözlerini dikmiş onlara bakıyor. Son olarak, (1,75m x 1,50m) ebadındaki ortadaki çarpıcı pano güzel dokunmuş bir şeritle çerçevelenmiş ve batı tarafındaki kanepelere oturup yemek yiyenlerin karşısına gelecek şekilde yerleştirilmiş. Mozaiğin teması yemeğe gelen misafirler için bir ‘sohbet konusu’ görevi görmüş olmalı.
Resimde mimari bir arka plan önünde 3 kadın ve 2 genç kız görülüyor. Kadınlardan ikisi mavi-yeşil kumaşlı bir kanepeye oturmuş; sohbet eder gibi birbirlerine dönmüşler. Önlerinde üzerinde metal bir kase olan yuvarlak, üç ayaklı bir masa var. Onlardan az ötede, masanın sağ tarafında yer alan üçüncü kadın, solium>adı verilen ve arkası içbükey, yüksekçe bir koltukta oturuyor. Bir tülle örtülmüş beyaz saçları oturan diğer iki kadından daha yaşlı olduğunu gösteriyor. Genç kızlardan biri ona bir kase uzatırken diğeri resmin sol tarafındaki kanepenin arkasında duruyor.
Resmin üstündeki yazı
Kadınların üzerinde tek bir sözcük olarak okunması gereken bir yazı görülüyor; Synaristosai, (ΣΥΝΑΡΙΣTΩΣΑΣ) yani ‘Kahvaltı Sofrasındakiler’.
Bu sözcük M.Ö. 4. yüzyılda Menander tarafından yazılan bir Yunan komedyasının adına göndermede bulunuyor. Mozaikler arasında muhtemel iki fark hemen göze çarpıyor. Birincisi Napoli’deki Ulusal Arkeoloji Müzesi’nde saklanan, çok zarif teseraları olan ufak bir pano olup Pompeii’deCicero’ya ait olduğu varsayılan bir villada ortaya çıkarılmış. ‘Büyücüler’ adıyla biliniyor.
Daha sonra ve daha kaba bir tarzla yapılan ikincisi ise Yunanistan’a bağlı Lesbos Adasında, Menander’in evi olarak bilinen evde bulunan bir grup mozaiğe ait. Lesbos’taki evde bulunan panolar üstündeki yazılar Napoli’deki mozaik ile ilgili ilk yorumun değiştirilmesine yol açtı. Komedyanın başlığından ayrı olarak (ki bu iyelik eki almış bir sözcük olmasına karşın Zeugma’da bulunan ismin –i halindeydi) Lesbos mozaiğinde üç kadın karakterin isimleri yer almaktadır: ΦІΛΑΙΝΙΣ (Philainis), ΠΛΑΓΜΑΓΩΝ (Plagnaigon) ve ΠΥΕΙΑΣ (Pyeias).
Karşılaştırma – Lesbos ve Pompeii
Bu üç mozaiğin ana sahneleri birbirine çok benziyor. Hepsinde de üç kadın yuvarlak bir masa önünde oturmuş. Kaselereyemek temasını akla getiriyor. Hatta yaşlı kadının karakteriyle bağlantılı olan solium’un ayrıntıları, Menander mozaiğinin ortaya çıkarıldığı evde mevcut. Buna karşın belirtilmesi gereken bir fark var; Zeugma’da bulunan panoda iki genç uşak yer alırken diğerlerinde gene uşak olması muhtemel bir çocuk yer alıyor. Ya mozaik tasarımcıları komedyanın farklı versiyonlarından yararlandılar ya da daha küçük olan panolarda yer darlığı sorunu vardı. Menander’in evindeki ve Pompeii’deki evde olduğu gibi, üç kadın tiyatro maskesi takmış. Buna karşın, bu maskeler yüz şeklini kabalaştırmıyor; tam tersine, yüzdeki ayrıntılar son derece abartılı olup mozaik tasarımcısı, her kadının maskesi ve tuniği için aynı renk yelpazesini kullanmış. Bütün bu öğeler resme, Menander’in evinde ve Pompeii’deki evdeki panolarda yer alan kadınların çarpıtılmış yüz ifadelerinde olmayan bir doğallık ve asalet hissi veriyor. 2 genç kız maske takmıyorsa bunun sebebi hiç şüphesiz dilsizlerin Yunan komedyalarında maske kullanmamalarıdır. Menander’ın komedyaları Anadolu’daki klasik ikonografinin çok popüler bir teması olup Fırat’ta bir freske ilham kaynağı olmuştur.

YUNUSLU EROS MOZAİĞİ
  Packard HumanitiesInstuties'insponsorluğunda gerçekleşen kurtarma kazıları sırasında ortaya çıkarılan bu mozaikte yunus balıkları üzerinde Aşk tanrısı Eros figürleri tasvir edilmekte

DANEA MOZAİĞİ
Argos Kralı Akrisios’unDanea adında bir kızı vardı. Bir oğlu olmasını isteyen Agros Kralı Danea tapınağına başvurduğunda Danea’nın bir erkek çocuğu doğuracağını ama torununun kendisini öldüreceği bildirilir. Telaşa kapılan Argos Kralı kızının herhangi bir erkekle ilişki kurmasını önlemek için çepeçevre tunç örülü bir odaya kapatır. Ama Danea’ya gönül veren Zeus altın yağmuru halinde çatıdan aralığından akarak Danea’yı hamile bırakır. Danea bu ilişkiden oğlu Perseus’u doğurur. Olup bitene akıl sır erdiremeyen Akrisios kızıyla torununu bir sandığa kapatarak denize atar. Danea ve oğlu PerseusSeriphos adasında karaya çıkarlar. Zeugma’dan çıkan mozaikte işte bu karaya çıkış anı tasvir edilmektedir. Taban mozaiği, iki balıkçının açtığı sandığın içinden Danea ile oğlu Perseus’un çıkışını anlatıyor. Tam karşılarında bulunan kral Polydektes ise iki elini bebek Perseus’a doğru uzatarak yardım etmek istiyor.
YAŞAYAN ZEUGMA İLLÜSTRASYONU
Zeugma Antik Kenti'nde kazılar başlayıncaya kadar bu gizemli kent gün ışığı görmedi. Kazılarla ortaya çıkan muhteşem eserler grafik sanatçılarına da ilham kaynağı oldu. Fransız Le Figaro Dergisi'nin grafikerleri de A Bölgesi kazıları sırasında çektikleri fotoğrafa mozaikleri foto montaj metoduyla ekleyerek bizleri 1800 yıl öncesine götürmeyi başarmış. Ortaya çıkan muhteşem ilLüstrasyon Zeugma'nın 1800 yıl önceki ihtişamlı günlerini en güzel şekilde anlatıyor.

FIRAT NEHRİ’NİN KRALI AKHELOOS
Fırat’ın bolluk ve bereketi diğer bir Zeugma mozaiğine daha konu olmuştur. Fırat Nehri’nin kralı olan Akheloos’un başı yemişler ve meyveler saçan bereket boynuzuyla birlikte betimlenmiştir. Akheloos kanat biçiminde bıyıklıdır. Saçına çiçekler takılmış. Alın üstü çift bereket boynuzuyla taçlandırılmış. Fırat çevresinde yetişen üzüm, armut, incir, nar, yenidünya, ayçiçeği gibi meyvelerin resimleri bu mozaikte bereket boynuzu ve dallarla çevrilerek resmedilmiştir.

BEREKET TANRISI DEMETER
Fırat ile ilgili tanrıları batı bitişiğinde kare sığ bir havuz içinde buğday başakları ve çiçeklerle taçlandırılmış, sol omuzu üzerinde bereket boynuzu olan Toprak ve ürün tanrısı olan Demeter büstünün olduğu mozaik yer alır. Burada mozaik ustası önce suyu Fırat Nehir tanrılarının olduğu havuzdan geçirip sonra bolluk ve bereket tanrıçası Demeter’in olduğu havuza ileterek Fırat’ın çevresine sundğu bolluk ve bereketi tasvir edip, ürün ve üretem denklemini kurmuştur.

FIRAT'IN GENÇ NEHİR TANRISI
Gövdesinin üstü çıplak genç nehir tanrısı dirseğini bir podyuma dayamış halde çimlerin üstünde hafif yan yatmaktadır. Sol üst köşede üçgen alınlıklı ve iki yanı avlu duvarlı bir bina resmi mevcuttur. Bu genç nehir tanrısı Fırat Nehrine su sağlayan bir çayı (Merzimen) simgeliyor olmalıdır. Bu mozaik havuzlu koridorun taban mozaiğidir.

SU PERİSİ (NAIAS)
Fırat'ın tanrısı Euphrates’in sağında bir su perisi çimlerin üstüne sol dirseğini dayamış hafif yan yatmış vaziyette tasvir edlimiştir. Su perisinin dirseğinin altından pınar akmaktadır. Bu da Fırat’ı besleyen çaylara su sağlayan pınarları simgeliyor olmalıdır.
  
FIRAT NEHRİ TANRISI EUPHRATES
Efsaneye göre Fırat Nehri’ne adını veren Euphrates’inAksurtas adında bir oğlu vardı.Bu delikanlı bir gün annesinin yanında uyuyordu.Euphrates bir gün karısının yanında uyuyan öz oğlunu yabancı bir erkek zannederek öldürür.Euphrates sonra bu acı hatasını farkeder ve kendisini Medos ırmağına atarak ölür.O günden beri Medos ırmağının adı Euphrates (Fırat) olarak söylenir.

PARTHENOPE
Parthenope aslen Phrygia’lı bir genç kızdı.Metiokhos’a aşık oldu, ama evvelce etmiş olduğu beraket yeminini O’nun uğruna bozmayı da içine sindiremiyordu.Parthenope tutkusundan dolayı kendini cezalandırdı. Saçlarını kesti gönüllü olarak Campania’ya sürgüne gitti. Campania’da kendini Dionysos’a adadı buna çok kızan Aphroditha O’nu kuş vücutlu kadın baaşlı deniz ifriti olan Siren’e dönüştürdü.
    
METİOKHOS
Aslen Phrygia'lı bir delikanlıdır. Metiokhos kendisi gibi Phrygia'lı olan Parthenope ile olan ölümsüz aşkları ile ünlüdür. Metiokhos, bakire kalmaya yemin etmiş Parthenope adındaki genç bir kıza aşıktı. Parthenope de onu seviyordu, ama ettiği büyük yemini de bozmak istemiyordu. Saçlarını kesti ve kendini sürgün etti.

ÖLÜMSÜZ AŞIKLAR GAZİANTEP MÜZESİNDE BİRLEŞTİ
Fırat Nehri kıyısında bulunan ve bir bölümü, GAP kapsamında inşa edilen Birecik Barajı gölü altında kalacak olan Belkıs Zeugma antik kentinden 36 yıl önce kaçırılan mozaiğin, ABD`den getirilen 2 figürü, müzedeki parçasına monte edildi. Mozaiğin, kaçırıldığı ABD`den 19 Haziran`da getirilen 2 figürü, Kültür Bakanlığı uzmanlarınca yapılan çalışmalarla 1993 yılında Belkıs Zeugma antik kentinde bulunan ve getirildiği Gaziantep Arkeoloji Müzesi`nde boş kalan ve büyük bir soru işareti konularak muhafaza edilen yerlerine monte edilerek, sergiye hazır hale getirildi.

AŞK (EROS) VE RUH (PHYSKE)
Psykhe'nin tek istediği kendisini deliler gibi seven bu delikanlının yüzünü görmekti. Fakat Eros bunu kabul etmiyordu, gece hep karanlıkta geliyor ve güneş doğmadan da gidiyordu, akşamları sarayda ateş yada mum yakılmasını yasaklamıştı. Psykhe ne kadar yalvarsa da fayda etmedi."Aşkımızın sırrını kalbinde taşıdığın sürece mutlu olacaksın" dedi Eros "Beni görmeyi aklından bile geçirme, kim olduğumu yada kimin oğlu olduğumu öğrenme,...
AKRATOS
Gaziantep Müzesinin 1998 yılında Belkıs/Zeugma Kelekağzı mevkiinde yaptığı kurtarma kazısında gün ışığına çıkarılmıştır. Akratos ve Euphrosyneklineye oturmuş, Akratos geyik başlı içki kabından (Riton) Euphrosyne'nin kadehini doldurmaktadır. Solda iri içki kabı krater yer alır. Euphrosyne sevinç neşe anlamına gelir, göze hoş olanı simgeleyen, parlaklık, ısıltı, güzellik anlamına gelen üç güzellerden biridir...

EUROPA MOZAİĞİ
Europa Suriyeli çok güzel bir kızdı. Öyleki parlak teni göz alıcı bakışı ile dillere destan olmuştu. Eğlenceyi ve gezmeyi çok severdi. Sabahtan akşama kadar tüm vaktini kırlarda deniz kıyısında arkadaşları ile birlikte gezerek geçirirdi. Gene böyle bir gün, deniz kenarındaki bahçelerden birinde arkadaşları ile çiçek toplarken Zeus Europa'yı gördü. Onun güzelliği baş tanrının aklını başından almıştı.

PERSEUS VE ANDROMEDE
Perseus, Habeşistan’a geldiği zaman Andromede’yi koca bir kayaya bağlı olarak buldu. Tam o sırada korkun deniz canavarı ortaya çıktı. Kocaman ağzını kayalara bağlı olan Andromede’yi yutmak için açarak geldiği sırada Perseus bir ok gibi fırladı ve ucu demirli mızrağını canavarın göğsüne sapladı. Perseus Andromede’nin bağlarını çözdü. Babası Kral Kepheus’a götürerek evlenmek istediğini söyledi... 










    
Sayın EMİNE ÖZTÜRK ile Zeugma müzesi hakkında röportaj:
Sayın Emine hamın Zeugma müzesi Gaziantep kentini tarih açısından yansıtma şeklini kısaca anlattırmışınız.
Emine hanım: şimdi öncellikle baştan başlamak gerekirse; Zeugma müzesi tarihin en eski kalıntılarından kalma eserleri sergileyerek Gaziantep’in şehir statüsünden; diğer şehirlere göre mevki veriyor. Bu mevkide bulunmak çok önem arz eden bir statüdür. Dolayısıyla Gaziantep her ne kadar yüz ölçümü ve coğrafi bakımından küçük  olsa da bu bölge çok büyük değerleri barındırıyor..

…. Zeugma müzesi müdür yardımcısı sayın Emine Öztürk ile yaptığımız röportaj kısmında müzenin tarihi ile ilgili bir soru sormadık çünkü her mozaik de bilgiler oldukça baş gösteriyor..



HAZIRLAYANLAR:
           NOUR KHALAF
            HAMİDE ŞIH HASAN
              MUHAMMED ERTOPÇU
                ŞEMSETTİN YALÇINKAYA

                  AHMET DEMİR